Adem Ertan
-I- Herhangi bir şeyin gönüllü parçası olmaktan tutun da onu sahiplenmeye kadar varan aidiyet yelpazesinin tam ortasına, “merkez hattı”nda sizce ne olmalı?Hangi olmazsa olmaz özellik olmazsa insan kendisini bir yere ait hissedemez de kendisini orada hep bir misafir, hatta…hatta bir sığıntı olarak görür? Bence bu sorunun, aidiyet yarasının veya daha doğru bir ifadeyle “aidiyet yokluğu”nun varlığı, hayal ve hatıra yokluğu ile paraleldir. Hayallerimizin ve hatıralarınızın olmadığı bir yerin nasıl olur da parçası olabilirsiniz? Parçası olmadığınız, olamadığınız bir yeri ise-o yer her neresi olursa olsun-sahiplenemez, kendinizin yapamaz, kendinize ait kılamazsınız. Şehirleri birbirinden ayıran, bir-veya birkaç- şehri kendi şehrimiz yaparken diğerlerini başka şehirler yapan fark, o şehir(ler)deki hayal ve hatıralarımızın varlığı ve zenginliğidir. Hayalleriniz ve hatıralarınız varsa onların oluştuğu ve genelde de hep yaşadığı, dolayısıyla onları çağrıştıran mekanlar vardır. İşte o mekanlar dar anlamıyla o yerleri, geniş anlamıyla ise şehri herhangi bir şehir olmaktan çıkartarak onu “özel”, yani kendimizin şehri, bizim şehrimiz yapar. İnsanların başrollerde, zaman ve mekanın da sahneyi hazırlayıp vazgeçilmez yardımcılıkta roller alıp oynadıkları hayal ve hatıralar bu yönüyle insan, zaman ile mekan üçlüsünün ortaklaşa oluşturduğu, maddi –manevi boyutu olan çok yönlü köprülerdir. O köprülerle insanlar, zamana ve mekana bağlanır iken bunlara bir anlam, hatta anlamlar verirler, derinlik kazandırıp onları süslerler. İşte bütün bunların, yani kültürün, medeniyetin başı, başlangıcı, bu bağlılık, aidiyet halidir. Bu irtibat olmadan insanlar, zamana ve mekana kök salamaz, salamayınca sadece zaman ve mekana yabancılaşmakla kalmaz, aynı zamanda kendisine, kendi gibilere de yabancılaşırlar. Mesela hatıralar. Hatıralar, insanların zamana ve mekana vurdukları damgalardır. Hayata biraz da hatıralar ile bağlanır, hatta bazen yaşadığımızı, hayata, yani zamana ve mekana ait olduğumuzu, iz bıraktığımızı onların, hatıraların vasitasıyla anlarız. Biraz önce ifade ettiğimiz gibi hatıralar, insanı başka insanlara, onlarla birlikte hayata bağlayan bir köprüdür. Ve o köprüden neler neler geçmiştir, geçmiştir de hala unutulmamış, daha doğrusu unutulamamıştır. -II- Hiç şüphesiz ki insanlar sadece zamanın bir köşesindeki hatıraları ile bağlanmazlar. İnsanoğlu esas olarak halihazırda yapıp ettikleriyle, ortaya koyduklarıyla hayata demir atar. Ve insanların kendileriyle beraber tarihe, coğrafyaya, yani bütün bir hayata, hayatın her bir köşesine en kolektif biçimde demir atıp kendi damgalarını vurmaları ancak şehirler ile, şehirler kurmaları ile gerçekleşmiştir. Her şehir, başta onu kuranlar olmak üzere onda yaşayanlarla hayata katılır; hayatın somutlaşmış şekli, onun tarihe ve coğrafyaya bakan yüzü olur. (Tabi sadece bakmakla kalmaz, insan kendisiyle beraber şehir aracılığıyla bunları da bir şekilde değiştirir.) Dolayısıyla her şehir, zamana ve mekana düşülen bir kayıttır. İşte bu kaydın içinde zamanla insana ve hayata dair koca bir dünya birikir, birikir….ve her şehir maddi varlığının ötesinde hayal ve hatıralardan oluşan işte bu koca dünya ile bir anlam ve derinlik kazanır. İnsanlar gibi şehirleri de şehir yapan biraz da onda yaşayan, hayata onun, o şehrin penceresinden bakanların hayal ve hatıraları değil midir? İnsanlar gibi şehirleri de zenginleştiren her şeyden önce hayallerimizin çeşitliliği ve hatıralarımızın çokluğudur. Elbette hayal ve hatıraların varlığı öncelikle şehirlere, onların varlığına değil, insanların mevcudiyetine bağlı bir gerçeklik ve gereklilik olmakla birlikte şehrin bu husustaki önemi, vazgeçilmez özelliği şuradadır ki şehir, insanlığın odak noktası, hayatın merkezi, kültür ve medeniyetin beşidir. Bütün bunların başlangıç noktası ise önce hayal etmektir. Gerçekleştirip hayata dökmek ise hayal etmek ile hatıra sahibi olmanın ortak akrabasıdır. Hiçbir yer, şehirler kadar hayal ve hatıraların yoğunlaştığı, konsantre hale geldiği, süzülüp inceldiği yerler olamaz. Çünkü şehirler, insanların ve hayatın ortak paydasıdır. Şehir, kendisini ona bağlı hissedenlerin, her nerede olursa olsun “Ben ona aidim!” diyenlerin o şehrin maddi büyüklüğüyle ölçülmeyecek, ölçülemeyecek büyüklükte, yani en büyük ve müşterek hayalidir, hatırasıdır; bu ikisinin arasındaki hayat sahnesidir. Özelde, bizim için, tabi ki Trabzon; genelde, bütün bir Türkiye içinse İstanbul, hayallerimizi ve hatıralarımızı, hayallerimizden hatıralarımıza giden, gitmesi için uğraşıp didindiğimiz hayat güzergahlarımızı kendilerinde toplayan, kavşak ve hatta belki de kördüğüm yapan “kişisel başkentlerimiz” değil midir? -III- Her şehir, insan ile dünya arasında bir aracıdır. Şehirler vasıtasıyla insanoğlu coğrafya ile birlikte tarihe mührünü vururken onlar da hatıra ve hayallerimizi kendilerinde toplayarak fark ettirmeksizin bizi kendilerine bağlarlar. İnsanlar şehirleri kurar iken aslında şehirler de insanları yeniden kuruyor, daha doğrusu kurguluyor, kurgularken de zenginleştiriyorlar. Hayatımızın ortak yaşama alanı, toplu mekan bazında maddi boyutunu oluşturan şehirler ev sahipliği yaptıkları hayal ve hatıralarımızla manevi bir boyut da kazanınca, yani onlarda “iz” bıraktığımızda sadece bir şehir olmanın ötesine geçiyorlar. Bir şehri, kendi şehrimizi diğerlerinden ayıran en önemli özellik, eskilerin ifasedesiye “alemet-i farika”sı da bu olsa gerektir. Çünkü hayal ve hatıralarımızın olmadığı şehirler, “turist şehirler”dir. Böylelerinin varlığını algılayabiliriz, ruhunu değil. Onu anlamak için öncelikle o şehirde yaşamak, sonra da onda hayal ve hatıra sahibi olmak lazımdır ki o şehir, kendi şehrimiz, bizim şehrimizden biri olabilsin. İz bırakmak tek taraflı bir eylem değildir. Her iz, sadece emanet edildiği yerde değil, onun sahibinde de bir iz bırakır, bıraktıkça da çoğalır. Tıpkı hayal ve hatıraların paylaşıldıkça büyümesi gibi. Hayal ve hatıraların paylaşılması, paylaşılarak çoğaltılması için de en mümbit araziler, şehirlerdir. Şehirler, binalara, caddelere, sokaklara ev sahipliği yaptıkları kadar hayal ve hatıralara de ev sahipliği yaparlar ki bir şehri asli manada şehir yapan da budur. Çünkü yaşamak, hayal etmek ve hatıra sahibi olmak demektir. Bu ikisinin arasını nasıl doldurduğumuz önce kendi kişisel hikayemizi, sonra da kendi içinde birike birike bir şehrin hikayesini ve hatta belki kaderini oluşturur. Onda yaşanılmış, ona mal olmuş hayal ve hatıralar olduğu müddetçe her şehir yaşar, yıkılsa bile yeniden kurulur, hayat bulur. Hayal ve hatıralarımızın olmadığı şehirler ise, çoğu zaman, bizim için haritada herhangi bir nokta olmaktan öteye geçemezler. Varolmasına vardırlar da varlıkları bizde, ruhumuzda bir yankı bulmaz. Çünkü bir şehri şehir yapan, şehrin temellerini oluşturan öncelikle hayaller ve hatıralar, bunların orta yerindeki koca bir hayattır. Aslında her şehir, onu sevip benimseyen için bir yelpaze gibidir. O yelpazeyi açınca insan ondaki koca bir hayatı, hayal ve hatıralarını, hasılı şehrin kendisine kazandırdıkları ile kendisinin ondaki izlerini görür. ademartan@hotmail.com