Özel ve Yalnızlık

Mahmut Aydın

 Hayata dair ayıklığı arttıkça keyfi kaçan bir insanı anlatabilmek ya da ona dair bir yazı üzerinde çalışmak elbette ki zor bir iş. ÖZEL’in, “Henry Sen Neden Buradasın” isimli kitabının, “mazeret beyanı yerine geçsin diye önsöz” isimli başlığı üzerine birkaç söz söylemek/karalamak gerek diye düşünüyorum. Kitabın tümü üzerine söz söylemek daha geniş kapsamlı bir yazıyı gerektiriyor. Kendini üst bir konuma, ‘karşı bir cepheye yerleştiren’ ÖZEL, o karşı cepheden Türkiye’ye bakışını kendine özgü üslubuyla bize aktarıyor. Türkiye’ye bakarken kendisiyle ilgili bilgiler veren ÖZEL, Cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne özün de özü olabilecek bir fotoğraf çekiyor.Bulunulan yerin yüksekliği nispetinde yalnızlaşıyor insan. Tepede olanlar çevrelerine baktıklarında hissettikleri ilk duygu yalnızlık olsa gerek ki bu yalnızlıkta yüksekte olmanın mağrurluğu olur çoğu kez. ÖZEL’in bahsedilen kitabının önsöz kısmında bu yalnızlık hissini, hem de mağrur bir yalnızlık hissini görmek mümkün. Bulunduğu yerden Türkiye fotoğrafı çeken ÖZEL, fotoğraf karelerinin içine yukarıda bahsettiğim hissini bilerek yerleştiriyor. Ve bunu yaparken de onu o tepede yalnız (ya da onunla oraya çık/a/mayanlara)bırakan insanlara karşı sitemlerini iletmek istediği aşikar. Bu yalnızlık hissiyle birlikte ilginç bir şey daha ön plana çıkıyor: Kendini yalnız bırakanlara dair bir öfke, bir hınç… Bunu doğrudan söylemese bile cümlelerinin içinde sezmek mümkün. Bu anlamda kitabına Fuzûlî’nin: “Ger derse Fuzûlî ki güzellerde vefâ var Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır” beytiyle başlaması ziyadesiyle manidar. Bu beyitteki “güzel” ve “vefa” kelimeleri üzerine zekice oturtulmuş bir eleştiriyi, sitemi, hayal kırıklığını görmek mümkün. Ki o gönül verdiği “güzel”in, “vefa”sızlığıyla karşı karşıyadır. Gerçi özel bu yalnızlığından pek müşteki değildir. Yalnız oluşuna değil, onu yalnız bırakanlara karşı sitemi, öfkesi vardır. Müşteki değil, çünkü özel bulunduğu yerden-neresi olduğu pek belli değil- memnun, çünkü o bulunduğu yerin doğruluğundan fazlasıyla emindir. Bulunduğu yerin neresi olduğunu sormaya kimsenin cesaret dahi edemeyeceğini söylese de bulunduğu yeri bulunmadığı yere dair cümlelerinden çıkartabiliriz: Bayağılığa, sıradanlığa, güncel olana kendini kaptırmadığı bir yer. ÖZEL, Türkiye’nin ve Türk insanını içinde bulunduğu durum karşısında, yıllardır Türkiye’nin yazın hayatıyla içli dışlı olan birisi olarak, ziyadesiyle rahatsız. Bu rahatsızlığını en iyi yaptığı işle gidermeye çalışıyor: Yazmak. Yılmadan, bıkmadan usanmadan yazmak/uyarmak. Bir birey olma yolunda kendini sorgulayarak yol alan ÖZEL, birey olmayı başarmış bir insanın rahatlığıyla birey olamayanlara karşı öfkesini, hıncını hiç esirgemeden söyler. ÖZEL, Türkiye’yi İslamcılar, sosyalistler ve bunlara hükmedenler şeklinde üç ana gruba ayırır. İlk iki grubun sergilemiş olduğu performans, hükmedenlerin bilinçli hükümranlığı sayesinde etkisizleştirilmiş, yalınlaştırılmış olduğu noktasına dikkat çekerek olayları yeniden yorumlar. Tüm bu olanları dışarıdan, “karşı bir cepheden” seyrettiğini belirten ÖZEL, bu gruplar arasındaki hiziplerin Türkiye arenasına yansıyışının gelecek adına çok vahim sonuçlar doğurduğunu/doğuracağını ifade eder. Hükmedenlerin ellerindeki enstrümanları, gönüllü şekilde, işine geldiği için kullanan İslamî çevrenin sorumluluk hislerindeki duyarsızlığı, içeriden bakan biri olarak, dayanılmaz bulur. ‘Uyanık’ olma konumunda bulunan insanların uyanıklığı, ‘bir koltuk kapma, makam mevki sahibi olma, çok amaçlı bir hayat yaşama’ gibi yorumlamalarına tahammül edemez. Yıllardır içinde bulunduğu çevrenin, daha doğrusu ona rağbet eden çevrenin, gittikçe içinde bulunulan sıradan hayata, tam bir uygunluk içinde, sorgulamadan, araştırmadan intibak etmeleri ÖZEL’in yalnızlığını ve yabancılığını bir kat daha artırıyor. Ki bununla beraber öfkesi de kabarıyor. Aradığı insan kalitesini bulamayan ÖZEL, bunun doğal sonucu olarak da kendisini insanoğluna yabancılaşmış olarak görür. Bu yalnızlığın, beraberinde yabancılaşma hissinin, tüm insanlığa karşı oluşu da manidar. Yabancılaşmak, yalnızlığın bir tezahürüdür. Yalnızlık da fikrî bir yalnızlık elbette. Haklı ya da haksız ancak şu cümleleri gerçekten insanın içini burkuyor: “Nasıl bir toplumda veya dünyada yaşadığımı, uğradığım toplum katmanlarını, hayat çizgimin hangi eksenler arasında, nerelerde seyrettiği hakkında bilgim her gün biraz daha çoğaldı; ama bu bilgimi kendisine nakletmemden memnuniyet duyacak kişiyle bütün gayretime rağmen tanışamadım. Dünyanın hangi ahvalde olduğuna dair itminana kavuştukça dünyalılardan yalıtıldım.” Bu kopuşu ve yalıtıklığı kitabın diğer sayfalarında parça parça görmek mümkün. Dünyalılardan yalıtılmak! Acı. Fikrî yalnızlıklardaki kopuşun arkasında gönül yalnızlığı gelir ki bu yalnızlık da tam bir kopuş olduğu için ayrıldığı yeri de ayrılanı da farklı şekilde rahatsız eder. Çünkü gönül ayrılığı et-tırnak ayrılığı gibidir. ÖZEL’in malum çevrelerden koparken çıkarmış olduğu gürültüyü fikrî yalnızlığın arkasından gelen gönül ayrılığının ortaya çıkardığı bir ses olarak telakki etmek mümkün. Çünkü bir hayal kırıklığı var ortada. İki ayrı hayatın içinde ‘uyanık’ bir insan olarak yer almanın ve birinci hayattan ikinci hayata geçişte çekmiş olduğu fikrî ve vicdanî acının hayatında çok şeylere mal olduğunu söyleyen bir düşünürün hayal kırıklığı elbette farklı olmalıydı. Bu konular üzerine çok şey söylenebilir. Sonuç olarak ÖZEL’in yalnızlığını paylaşacak gerçek anlamda fikir işçilerine ihtiyaç var. Onu belli bir çevreyi, fikri temsil ettiği için yüceltenlerin yüceltmekten başka bir şey yapmadıkları aşikar. (Ki kopuşun temelinde bu var zaten.) O çok basit bir şey istedi okuyucusundan, hayran kitlesinden: İsmet ÖZEL gibi olmak değil, kendi donanımıyla, kendi özgün üslubuyla, kendi fikriyle, kendi acısıyla, kendi sancısıyla, oturmasını kalkmasını bilen, yeri geldiğinde ilkeleri doğrultusunda başkaldırmasını, isyan etmesini bilen bir BİREY olabilmek. Bulanık sudan balık kaçırmak sevdasında olan değil, suyun neden bulanık olduğunun sorgulamasını yapan uyanık bir birey olabilmek. Hepsi bu. Belki de hepsi bu.

(Aralık dergisinin 17. sayısında (2004 haziran-temmuz-ağustos) yayımlanmıştır. ) 

Bir yanıt yazın