“Kapılar ki açılır boş oturma odalarına.”
İlhan Berk
John Berger, görmekle başlar her eyleme. İmgelerin tümünü içselleştiren bir ressamdır o. Her nesne yeniden keşfedilmesi gereken bir kıtadır onun için. Sözcükleri ve nesnelerin yörüngesine hapistir gözleri. Anları, görüntü ile giydirir belleğine. Çocukluğunda açan bir sardunyanın ilk sürgünüdür hâlâ. John Berger, her dem tazedir, arsız bir sardunyadır belleği. “Hayatımıza giren hayatların sayısı hesap edilemez.” diyor Berger ve kişisel tarihinin gizleri ile buluşturuyor bizleri.
“Buluştuğumuz Yer Burası” adlı kitabını bir türden önce, psikanalitik bir gövdeye oturtmak daha doğru olur. Bir tür bellek yoklaması, anıların dürüstçe temize çekilmesi denilebilir. Yazar kitabına, Lizbon’ un caddelerinden birinde, artık ölmüş olan annesi ile buluşarak başlıyor. Anne imgesinin kitabın başında yer alması şaşırtıcı değil. Yaşlanmak, hele ki bir yazar için, cenin haline dönmek çabasından başka bir şey değildir. Yaşlanmak bir başlangıçtır. Geçmişe attığı düğümleri bir bir çözer yazar. Berger, kitabında, annesinin hayatta iken hiç görmediği Lizbon’da, çocukluğunu, ilk gençliğini, ailesini ve yaşadıklarını konuşturur. Bir iç çözülme ile başlar kitap ve okuyucuyu sürükler. Gezdiği ve yaşadığı şehirlerin onda bıraktığı izlekler, her ânı okunur kılmaya başlar. Hem yazar hem de okuyucu için bir tür geri dönüştür yazılanlar. Ölülerin ruhlarını konuşturur ve onlarla dertleşir Berger. Ölümün anlamını sorgular annesi ile. “ Yaratılış ölümle başladı.” sözünü “Biz hepimiz buradayız. Tıpkı senin ve yaşayan varlıkların burada olduğumuz gibi. Siz ve biz, kırılan bir şeyleri onarmak için buradayız. Bu yüzden var edildik biz.” Berger, ölülerle konuşur. Yaşayan bir ölüdür yazar da herkes gibi. Ölümün ve yaşamın gizlerini kendi kendine paylaşır, anılar evreninde.
“Koca bir büyüteçtir umut, bu yüzden fazla ileriyi görmemizi önler.” Yaşıyorken ölümü bütünü ile unutmamızı, başkalarının ölümünü görünce, kısa süreliğine de olsa ölümü ansımamıza bir göndermedir bu yazılanlar. Artık yanında olmasa da annesi ile hâlleşir, varoluşu için ondan destek almaya çalışır Berger.
Cenevre… Borges’in gözünden, bakar bu kente. Ötekileşir ve Borges olur. Tutkunun Borges için nasıl bir hapishane olduğuna değinir. “Tutku körleştirici bir bahtsızlıktır.” Kentteki yaşanmışlıkların izini sürmeye başlar. Yazar, Cenevre ekseninde Borges’ in rastlantılar ve yaşanmışlıklarla zenginleşen imgesel yolculuğuna çıkartıyor bizleri. Her satırda sorularla duraksatıyor bizi. “Anlam sadece sırlarda bulunabilir.” Berger, sırların evrenine doğru sürüklüyor okuyucuyu. Paylaşımlar ve sırlar bir kişiden diğerine kapalı bir kutu gibi aktarılır. Unutulan sırlar ve yaşanmışlıklar belleğin ölümüdür aslında. Yaşam, sırlardadır. Cenevre’de gezinirken, bu kez anne imgesinden sonra, ikinci bir dişil öğe çıkar karşımıza. Berger, yolculuğuna kızı Katya ile devam eder. Kızı ile yaşadığı küçük bir hikâyeyi, okuyucusuna sinema zenginliğinde görselleştirir. İnsanın belleğinde kalan, lâbirentlerde unutulan tüm görsel yaşanmışlıklar çıkıyor tavan arasından. Berger’in kişisel tarihi bir anlığına bizim tarihimiz oluyor.
İnsanın yaşadıklarını ve okuduklarını ansıması yaşamın bir mucizesidir. “Ancak bize verilmiş olanı verebiliriz.” Yolların ve görüntünün gizemidir düşündüklerimiz. Uçarı bir boşlukta döner durur ve unutulur düşünceler. Yaşanmışlıklar unutulur, tâ ki onları bir yerlere eklemleyene kadar. Tıpkı kızının ona, cep telefonundan gönderdiği mesajında Elialı Zenon’dan yaptığı alıntıdaki gibi: “Hareket halindeki her şey ne bulunduğu mekândadır ne de bulunmadığı mekânda. Benim için müziğin tanımlarından biridir bu.”
Berger, yaşlılığı hafıza da yarattığı gizemi o kadar ince anlatıyor ki! Krakow’da Salinger’in (Çavdar Tarlasında Çocuklar) kahramanının anlatım gücüne, ya da Hesse’nin (Çarklar Arasında ve Narzissus ve Goldmund) romanlarındaki kahramanların, ruh hallerine benzer bir hikâyeyi giydiriyor kendine. Hem dostu hem öğretmeni olan Ken’le yaşadıklarını, kitapların Ken’le olan yaşantısında ne kadar önemli rol oynadığına değiniyor. “Yaşamayı bir anlamda kitaplardan öğrenme -ya da öğrenmeye çalışma- konusunda aramızda gizli bir anlaşma vardı. Öğrenmek ilk resimli abece kitabımıza bakmamızla başlar, biz ölünceye kadar sürüp gider.”
Geçmişin izini sürme, acı tatlı bütün olayları mutlulukla hatırlamak yaşlanmamın getirdiği bir erdem olsa gerek. Berger, her ansımanın sonunda ölümü yalansız bir gerçeklik olarak sunuyor ve okuyucusunu hüzünlendiriyor. İslington’da okul yıllarına ve okul arkadaşı Hubert’la yıllar sonra karşılaşmasını anlatıyor. Yaşlanmanın insanda yarattığı fiziksel ve ruhsal değişimleri, sade göstergelerle sunuyor. Tam da burada sardunya imgesine değiniyor Berger. “Sardunyalara dikkat et.” diyor Hubert, kanlı sardunya… Berger yapraklardan birini kopartıp kokluyor. “Bana onun saçlarını hatırlattı.” diyor
Göstergenin ve kokuların belleği nasıl ayılttığını, sardunya gibi arsız bir bitki ile anlatıyor bizlere. Belleğini uyandırıyor, her iklim koşuluna meydan okuyan ve üreyen sardunya imgesi açımlanmaya başlıyor. Sahipleri ölünce onların belleği olarak yaşamaya devam eden sardunya, Audrey’le yaşanmışlıklara açılan bir kapı oluyor. Audrey, belki de kitaptaki en hüzünlü hikâye.
Berger kitabında, Le Pont d’ Arc ile bizleri ilk insanların bıraktıkları görüntüler ile yüzleşmeye çağırıyor. Chauvet mağarası resimleri üzerine konuşuyor bizlerle. “Bugünün kültürü gizemlerle yüzleşmek yerine, sürekli onları yenmeye çalışıyor.” Geçmişi bir sanatçı olarak çizimle yeniden yakalama çabası, ilk insanoğlunun ne düşündüğüne ulaşma, ‘an’laşmanın ressamdaki önemine değiniyor.
“Avcı için de av inde gizlenmek sağ kalmanın ön koşuludur. Hayat gizlenecek yer bulmaya bağlı. Her şey saklanıyor. Ortadan kaybolan gizlenmiş demektir. Bir yokluk -ölülerin çekip gitmesinde olduğu gibi- kayıp olarak yaşanıyor ama terk olarak değil- ölüler başka bir yerde gizleniyor.”
Ölümü karanlık bir mağara olarak görüyor Berger. Mağarayı da bir gövde. Gövdenin içinde deşilmemiş, keşfedilmemiş o kadar giz var ki. Berger’a göre ölüm sadece bir yanılsama. Yaşanılanlar anımsandığında ölüme meydan okuyor soyumuz. Mağara insanları da modern insan da sadece, boyut değiştirmiş. Gerçek olan tek şey, ölümdür. Karanlık ve sessizlik belleğin anavatanıdır. İnsan, içindeki karanlığa yaptığı her yolculukta, ölümle gizli bir anlaşma yapar. İnsanoğlu yaşıyorken ölümle ödüllendirilmiştir. Ölüm, yaşamın ikizidir. Yaşıyorken, ölümü hatırlıyorsak varız. Buluştuğumuz yer, belleğimizin karanlık mağarasından başka bir yer değildir.
John Berger ‘Buluştuğumuz Yer Burası’
233 s. Metis Yayınları