Cins Divan
uvertür
içimden geçen ırmak nerede duruyor nerede
hızlanıyor görmeyi
isterdim kaynayınca kan olmuyor ki
beyazlar kefen rolüne çıkmış aktör manasıyla
kalmak yapayalnız dağdan da öte bir sahipsizlik
durağı
inmek şimdi otobüsten
akabinde yüzü asfalta sürtmek
birinci paragraf
buraya nerden geldik halkımın açık bilinci, açık deterjan şişelerini seven poşet biriktiren halısına
overlok yaptıran bir çeşit fahriye karizması , güzelyalıda ayakkabısının tekini arayan jöleli kızlar
buraya hangi sokaktan çıktık? elimden şu gelir: diyebilirim ki derelerin kenarında su sesini dinleyerek doksan dokuz yıl yaşayabilene çift kapılı buzdolabı alıverecek bir fm bandı olsaydı sivilceli çocuklarımıza da sevgiyle bakacaktık eczane piyasasında hafif batı müziği dinlemeye başlamadan.
botanik
bahçeyi –ki salıncaktır ikindide-
minare kılıfına sokan
nebahat sapığı emekli başçavuş
bahçede soluklanan çeşme suyu
işte benim uyandığım
bir ‘yolunbeni’ otunun
çelimsiz duruşu.
bahçede – ki babamın elleridir-
öten ağustosböceğinin eylül fobisi
bahçıvanın okyanus ötesi pantolonu
ithal hevesler korosunda havlayan terrier
işte benim baktığım
sönmemiş bir izmaritin altında kalan
karınca nuri ve nişanlısı
politik
eller yukarı dediler ataçlardan zincir yapan çocuğa
çocuk ataçları bıraktı rutin mesailerine
çocuğun babası memnun oldu bundan
çocuğun babasının amiri memnun oldu
çocuğun küçük kravatı da öyle
ataçlar çok üzüldüler çok ağladılar
kağıtlar ıpıslak oldu
ortaoyunu sevmiyor daireler
ofisler işte bürolar yani gri halılar
yağlı kapılar, büyük göbekler
sıkıcı pencereler, sinek fosili koleksiyonları…
yazılı metinler, kalıpçı kumpanya pek tabi
sahnesi gül ağacından, kadife perdeleri
dmo damgası figüranların kıçında
ezberden akşam beş
alkış; otomatik metal sesiyle ve sabaha kadar
alkış uyur mu?
a’aa
ikinci paragraf
aptal kutusuna kustum bir gece. önce o başlattı ama. olay şöyle gelişti: durumum iç açmıyordu, müzik gelmiyordu içimden. sinirliydim, kelebeğin kayıtsız ömrüne özendiydim iki cümle boyunca. titriyorum, dut yaprağı gibi titriyorum. mahallenin belalı çocukları sallıyordu sanki, yerler dut püresiydi. kangren bu olabilir mi acaba deyip aynadan beynime bakıyordum, mosmordum, şiire saldırmak üzereydim, kendime aldırmak üzereydim. odadan sesler geldi. beni çağırdı kafası kopasıca şey. “kulağına bir şey söyleyeceğim” dedi. eğildim. bütün ciğerini fışkırtırcasına şöyle bağırdı kulağıma: “sanat!!! bana böyle ekmekler ver çocuk” kulağım çok acıdı. acıyan kulağımı saksılardan birinin dibine koydum. yüzümü yıkadım. yanına döndüm. karşısına geçtim. iki parmağımı dil köküme bastırdım. kendimi saldım. “bu kulağım içindi diye haykırdım” sonra. gidip yatağa girdim, biraz da ölmeliydim. (Aralık dergisinin 17. sayısında (2004 haziran-temmuz-ağustos) yayımlanmıştır. )