“Ben yaşadığını yazmaya çalışan bir ozanım.
Yaşam benim için hep büyülü, giz dolu,
harikulade olagelmiştir. Hep şaşkınlık içinde kalmışımdır.
Düşlerle, imgelerle beslenen, aşk dolu bir yapım var.”
Şiiri Düzde Kuşatmak’tan
“Şiirlerim, yaşamın çarmıhındaki insanı söylerken,
çarmıhın kırılma umudunu da barındırır.”
Şiiri Düzde Kuşatmak’tan
1960’lar: 1960 sonrası özgürlük ortamında payı olan bu gelişim Türk şiiri için de yararlı oldu. İkinci Yeni’den birikenler, yeteri kadar lirizm, bireyci şiire de, toplumcu öz taşıyana da aynı oranda uygulandı. Boş duygulanımların, benzetmelerin içi şiir özüyle dolduruldu (1996; 71).
1960’lara gelindiğinde, şiirimizde halkçı toplumcu yönsemenin üstündeki baskıdan biraz olsun kurtulunca güçlendiği görülür (2001; 59).
1960, toplumumun yaşamında da, benim özel yaşamımda da bir aydınlanma yılı oldu (2001; 186).
Absurde: Bkz. Turgut Uyar.
Ahmed Arif: Ahmed Arif’in şiirine, umudun, inceliğin, korkusuzluğun şiiri demişler. Ekleyeceğim: Onun şiiri, onurun ve alçakgönüllülüğün, derinliğin ve yalınlığın bile şiiridir (1996; 56).
Ahmed Arif’in şiiri baştan sona somut gerçeklere dayanan bir şiir. Zor bir şiir. Ama tek bir kez kekelemeden, tek bir kez biçim sıkıntısı, dil, anlatım sıkıntısı çekmeden, benzetmelerin, imgelerin en özgününü bula kullana yazmış (1996; 61).
Ahmet Hamdi Tanpınar: Yaratıcıdır, ozandır o. Sonsuzluk, susamış bir ceylan gibi, yanında, yöresindedir. Kendisini izlemek zorundadır. Zamanı içerek izlemek. Zamanı sonsuzluğa içiren yani zamanın bitişinden kurtulan ozan, hayatını, pençesinde taşıma gücünü sonsuza dek sürdürecektir. Ölümsüzdür. Tanrılığını bildirmiyor da Dağlarca gibi, tanrı’yı yok sayıyor (1996; 124). Bkz. Fazıl Hüsnü Dağlarca; Bursa’da Zaman.
Ahmet Haşim: “Karanfil” şiiri, Haşim’i ve onun şiirini sürdürenleri yermesi bakımından da önemli. Ama yerilmiş de ne olmuş? Yozlaşan görüntüye karşılık, sağlam bir içerik mi getirilmiş şiire? Yo (1996; 64).
Haşim’in şiirleri, şimdiye dek sanıldığı ya da onun düzyazılarının etkisiyle sanıldığı gibi, konuları uçucu, sözleri toplumdan ve yaşamdan bağımsız, görüntüleri doğa dışı değildir. Üstelik anlam karanlığından değil, renkliliğinden, çeşitliliğinden, çok boyutluluğundan söz edilebilir. Fransız imgecilerin etkisi, şiirin yapısından çok şiirini açıklamasında, sanat anlayışında görülmektedir. Böylece, şiirleriyle düşüncesi arasında bir çelişki oluşmaktadır (1996; 116).
O, Batı’da görüp etkilendiği kimi akımların düz söylemlerinin etkisiyle kuramını koymaya çalışmış ama şiirlerini kuramına uygun yazmamış. Şiirlerinde, sözlerin, anlamın titizce geliştirilmesinde, şiirsel yapılaşmada çok özenle seçilip kullanıldıkları görülür (2001; 121).
Ali Cengizkan: Güncel bir durumu, umarsızlığı, didaktik alandan çekip şiirin izleğine sokmak zor. Ama Cengizkan şaşılası bir ustalıkla bunu yapıyor (1996; 177).
Şairin, kadın ya da erkek oluşu, şair oluşundan sonra gelir. Ali Cengizkan, bir kadının yazabileceği kadar içten gözlemiş ve yazmış (1996; 178).
Anlam Arama: Anlam arama, bilinmeyene, bilinenler içinden bir karşılık verme işlemidir (2001; 13).
At: At, olağandışı bir film. Her şeyiyle olağandışı. Adı bir trajediye yakışıyor (2001; 95).
Attila İlhan: Attila İlhan’da öyle şiirler var ki insan onlardan sonra şiir okumak istemez. Yüz yıl doyurur adamı. Sonra da şaşırtır kuraklığıyla. İki uç arasında. Onurlu, içtenlikli. Olduğu kadar verir, zorlamaz kendini (1996;48).
(..)Benzetmenin doğrudan eylemin kendisi imiş gibi alınması var. Bu teknik Attila İlhan’da harikulade başarılı uygulanmakta. Atlılar devrilir gibi gitmiyorlar da, devriliyorlar. Rüzgârı burunlarıyla biçip arkalarına döküyorlar. Çok dikkat edile. Bunlar birer çeşmi değil. Birer genel tad. Acı gibi, ekşi gibi (1996; 50).
Avrupa Görmüşlerimiz: Tanzimat’tan bugünlere çığ gibi büyüyen genç insanlar kalabalığı gittiler oraya, geldiler oradan. Üstün insanlığın gizemli örtüsünü sırtlarında taşıyarak. O örtüyle, ülkemizde yukarlarda, ta yukarlarda bir yere yerleştiler. Ya büyük bürokratlar oldular, ya ekonomimizi yönlendirdiler, ya özel sektör ya da kamu olarak. Sanatçıysalar kendilerine dükalıklar edindiler kolayca. Boşluklar ve şaşkınlıklardan yararlanarak (2001; 90).
Aziz Nesin: Yayınladığı ilk öyküden bu yana Yaşar Kemal’i sevinçle izledim. Aziz Nesin, bayıldığım yazarlardan oldu. Türk yazınının bir tek bile iyi ürününü kaçırmadığımı sanıyorum (2001; 93).
Bakış Açısı: Bakış açısı hayatın bir karmaşa olarak görülüp yansıtılmasını önerir. Ayıklayıp, estetik alanda yeniden üretilmesini sağlar. Bu seçimde salt seçileceği, ya da atılacağı belirlenmez, neyin daha önemli, neyin daha önemsiz olduğunu, sıralamanın nasıl yapılması gerektiğini de bildirir (2001; 22). Bkz. Toplumcu Sanat.
Barış Bıçakçı: Şiirlerindeki yalınlık, ince eğlenti belki Orhan Veli’den beri var ama sonrakiler bu yalınlığın ardını oya oya derinleştirdiler. Bir Ülkü Tamer, bir Sunay Akın çıktı. Şiiri yalın, çocuksu anlatımlar içinde, doğadaki, insan duygularındaki lirizmle büyüten. Kıvrak, keyifli. Bir o kadar da içli. Barış’ın şiirleri, bana, ondan öncekilerin güzelliklerini de ansıtıyor (1996; 194-195).
Başkaldırma: Bkz. Sanat.
Başlangıç Çizgisi: Çağdaş Türk Şiiri’ne başlangıç çizgisi olarak genellikle 1920’ler alınıyor, biliyorsunuz. Böyle çizgilemelerin, demetlemelerin hep eksik, yetersiz kalan bir yanı oluyor (2001; 169).
Batı Etkisi: Batı’nın birikim ve kullanımlarını şiirimize temel kılmak yanlış bir tutumdur. Böylece üretilmiş şiir karşılığını yaşamımızda bulamadığı için yapma çiçekler gibidir (2001; 149).
Behçet Necatigil: Şiirine bu denli tutkun, onu yaşamıyla bu denli iç içe sokmuş bir başka ozan var mı? (1996; 23). Bkz. Dize.
Necatigil, günlük yaşamın bilgesi (1996; 23).
Necatigil’i arayan şiirlerde bulur saramaz olur onu (1996; 24).
“Kan”, sonra “Kongo”, “Yay” İkinci Yeni’yi başlatmanın şiirleri (1996; 24).
Ben’in Egemenliği: Bütün iyi ozanlar şiire “Ben”le başlamışlar. Düşününce, bu bana çok doğal geldi. Şiire başlanan yaşlar “Ben”in egemenliğini sürdürdüğü yaşlar (2001; 45). Bkz. Bireyci Şiir.
Bilgilenme: Bir ozan için bilgilenmenin çok önemli olduğunu söylemek gerekmez. Bu bilgilenme, hayatın kendisinden, denemeden, sınamadan, gelenekten, geçmiş dünya yazınından, ülkenin tarihinden ve tarihsel yazınından ve başka sanatlardan, her şeyden olur. Kısaca hayatın kendisinden (20012; 150).
Bilimsel Dünya Görüşü: Bkz. Oktay Rifat.
Bireyci Şiir: Türk şiiri iki koldan da gelişiyor. Hem bireyci, hem toplumcu nitelikleri taşıyarak. Ben kendi adıma sonuncuyu yeğlesem de, ilkini silip atamam (2001; 51).
Bkz. 1960’lar; Ben’in Egemenliği.
Birinci Yeni: Bkz. Oktay Rifat.
Bursa’da Zaman: Tanpınar’ın en ünlü şiiri. Onunla, baştan beri şiirlerinde izlediğimiz dünya anlayışını, sezişini somutlaştırmıştır. Bir kez daha ansımıştık Dağlarca’yı başlarda, ondaki “tanrılığını duyurma”, Tanpınar’da tanrıyı silerek, kendi yaratıcılığını ortaya koyma biçiminde görülmektedir (1996; 128). Bkz. Ahmet Hamdi Tanpınar; Fazıl Hüsnü Dağlarca.
Cahit Külebi: Gerçek ozandır, seçkindir (1996; 29).
Gençliğini ileri yaşlarında bile çocuksu, gür, bazen delifişek içli yaşamış. Öfkesinde, acısında bile bir rahatlık var. Anadolulu. Yıpranmamış (1996; 29).
Can Yücel: Can Yücel’in sözcüklerle oynaması, onları eğip büküp bozup değiştirip yeni biçimlere koyması dillere destan (1996; 107).
Cemal Süreya: Cemal Süreya anlamsızlığa saplanmadı. Anlamı zorladı. Onunla oynadı, değiştirdi. Anlamsızlığa dek itti bazen ama orda direnmedi. Garipçilerle, bazı Fransız ozanlarıyla ilintiler kurdu. İkinci Yeni’nin öteki ozanlarına bağlandı. Ama ne yaparsa yapsın, kendine özgü biçimini ve özünü ortaya koydu. Duyarlığını işlemekten çekinmedi (1996; 97).
Cemal Süreya, ozanlığının değeri kadar zekasının düzeyiyle de övünebileceğimiz bir ozanımızdır (2001; 77).
Ceyhun Atuf Kansu: Dünya kardeşliğinin, sevgisinin ozanı (1996; 41).
Cumhuriyet Dönemi Şiiri: Genç Cumhuriyetimizin şiiri, öteki üst yapı kurumları gibi Batı’dan temellenmedi. Daha doğrusu temellenmeye çalıştı. Kesti kendi geleneğiyle, kendi birimiyle bağını. Divan şiiri anlaşılamadı, eskiydi, güne yanıt veremezdi. Halk geleneğiyse, aydın sanatçı kesim için yabancılaşmış., unutulmuş, unutturulması görev sayılan bir uzaklıktaydı (2001; 58).
Çağdaş Türk Şiiri: “Çağdaş Türk Şiiri”, Nazım şiirlerini de çizgisine alarak süren şiirdir (2001; 169). Bkz. Nazım Hikmet.
Çarmıh: Şiirlerim, yaşamın çarmıhındaki insanı söylerken, çarmıhın kırılma umudunu da barındırır (2001; 167).
Çocuk ve Allah: Bir olgun çağ kitabıdır, sahibi henüz genç de olsa. Dağlarca’da bir biçim, öz, dil birliği ta Çocuk ve Allah ile başlamaktadır. Şiirlerinde öz üstüne söylenenler, biçim ve dil üstüne de söylenmiş olmaktadır (1996; 11). Bkz. Fazıl Hüsnü Dağlarca.
Çoğalmak: Başkalarıyla ilişkiler çoğaltır insanı (1996; 158).
Değer Arama: Değer arama, bir nesne, bir olgu, bir olayın herkesçe ya da kalabalıkça ortaklaşa kabul edilmiş bir ölçüye vurulmasıdır (2001; 13).
Değişim: Bkz. Yeni.
Demokrasi: Teorik olarak üstünde durulduğunda, demokrasiyi insana bağlayan iki bağdan biri özgürlük ise, öteki de eşitlik’tir (2001; 135).
Demokrat Parti: Demokrat Parti kuruldu, kurulmasıyla birlikte çığ gibi büyüdü. Naylon girdi sonra da ülkemize. Yeni bir çağ açıldı (2001; 185). Bkz. İsmet Paşa.
Destana Yöneliş: Destana yönelişim, işlediğim konu dolayısıyladır. Konular kendilerine uygun bir biçem, bir de dış biçim edinemezlerse özlüğe yükselemezler (2001; 144).
Dil: Benim dil gerecim kitabi dil değildir. Konuşma dilidir. Daha çok, halkın konuştuğu dildir (2001; 122).
Şiirimin dil kaynağı, halkımızın konuşma dilidir. Şiirim, dramatik öğeleri baskın olarak barındırması nedeniyle de konuşma dilinden kaynaklanır. Kitabilik taşımaz. Kitabilik kimi zaman konuşma diline de girmiş olabilir. Slogan biçiminde filan. Onu kullanmaya gereksinme duyuyorsam görünür ya da görünmez bir tırnağa almışımdır mutlaka (2001; 151).
Yurdun hemen her bölgesini tanımak, dil özelliklerini bilmek, sonra da Türk Dil Kurumu’nda derleme kolunda çalışmak benim için gerçekten büyük şans oldu (2001; 159).
“Dil, şiirin kendisidir. Ozan dünyayı ayıklayıp yeniden düzenlediği gibi, dili de düzenleyendir. Sonuçta bu düzenleme, konuşma ve düşünme dilindeki doğallığı yenip, içeriği şiirin serüvenine uygun düşen bir yapmalık (yapaylık değil) alabilmelidir. Sözcüklerin anlamları yalnız şiir ürününün güncel yükünü taşıyan tek boyutlu değil, gerilere doğru her noktada gerçeği tuta tuta derinleşen ikinci boyutlu olmalıdır (2001; 21).
“Her ozanın bir dili vardır ve bu dil onun başka şiirlerini okuyarak öğrenilmiş olur”(2001; 21). Bkz. Toplumcu Sanat; Toplumcu Sanatçı.
Dilin Zenginleşmesi: Şunu iyi öğrendim ki, genel dilin yükselmesi, canlanması, zenginleşmesi yazınla olur ancak. Özellikle de şiirle. Yazın türleri içinde, halkta en hızlı devinen tür şiirdir. Ataktır. Ezgilerden de yararlanarak, her yere gider (2001; 66).
Divan Edebiyatı: Divan edebiyatı halka yabancılaşmış bir edebiyattır (2001; 81).
Divan’da tutkunu olduğum nice dizeler, nice beyitler var (2001; 82).
Dize: Yıllar önce Behçet Necatigil ile bir konuşmamızı hatırlıyorum. Benim bir dizemi çok beğenmiş, tüm ciddiyetiyle şakalaşmıştı. “Bu dizeyi bana verin, şiirlerim sizin olsun” (1996; 198). Bkz. Edip Cansever.
Doğa: Doğaya tutkundum. Kentin evlerinin bittiği yerlere, dağ eteklerine kaçardım. Dalıp geciktiğimde, işte orda, yine yakalanırdım. Uzak gözetime alınıyordum (2001; 148-149).
Domestik Zevki: Gecekondu süslemesindeki beğeniye bir de ad koymuşlar: Domestik zevki (2001; 132).
Düşgücü: Kuşkularımızın, kaygılarımızın, acılarımızın ortasında bile elimizden alınmayan, alınamayacak olan düşgücümüz var (2001; 161).
Düşsel Gerçeklik: Çocukluğun gerçeklikleri düşsel gerçekliklerdir. Size kesitler verir kolayca (2001; 187).
Ece Ayhan: Bkz. Mehmet Yaşin.
Edip Cansever: Edip Cansever dize ustasıdır. Bir kocaman şiiri öyle bir 5-6 sözcüğe yerleştirir ki akıllar durur (1996; 80).
Enis Batur: Enis Batur kitabın daha ilk şiirinde gözlenen bir şey yapıyor: Dizeyi örseliyor. Düzyazıya teğet geçen ama asla şiiri yitirmeyen bir biçimi deniyor. Korkulu uçuş (1996; 147).
Hikmetler var Enis Batur’un şiirinde. Arkasında bir yaşamlık öykülerin bulunduğu hikmetler (1996; 152).
Şiir adları bu şairde yaşamsal önemde (1996; 152).
Enis Batur şiirde bir bilim adamı gibi çalışıyor. Titiz (1996; 153).
Entelektüel: Artık entelektüel kişi bence, kentsoylu bir geçmişin kafasına yığdığı gereksiz yüklerden yavaş yavaş kurtulmakta olan kişi demektir (2001; 132).
Ermiş: Doğan Hızlan’ın ermiş, abdal filan demesine neden de buradan gelir. Kendime yapılanı sabırla karşılamayı öğrenmiştim. Onur vardı bir de. Duyurmaz, saklardım. Ama kötüleri bağışlamadım. Büyüklerin konuşmalarını, ilişki inceliklerini büyük bir dikkatle izlerdim. Pat diye söze dalıverdiğim olurdu. İlgim yakalanırdı böylece (2001; 148).
Eytişim: Eytişim, yolunu seçenin ışığıdır. Kim ki uyar ona, davranışı çelişkiden, kafası karışıklıktan kurtulur. Dili durulanır (2001; 154).
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Dağlarca öyle herkesle birlikte küçük incelemelere sığdırılamaz. Ayrı bir uzmanlığı geliştirmeli insan. “Dağlarca Uzmanlığı”nı (1996; 11). Bkz. Çocuk ve Allah.
Dağlarca, ilk şiirlerinden son şiirlerine dek kendini kendi çizgisinde akıl ile geliştirmiş bir ozan (1996; 13).
Başardığı yer, kendini Tanrı diye ilan ettiği yerdir (1996; 13).
Dağlarca, şiirinin başından beri “Maddeci” bir görüşü geliştirmiştir. Mistik, metafizik konuları kurcalaması bu maddeci görüşe daha doğru, daha geniş bir içlem kazandırma isteğiyledir. Bir daha söyleyelim ki gelişimi diyalektiğe uygunluk gösterir. Bu uygunluk “doğal ve akli”dir (1996; 15).
Filistin’de Soykırım: Bana, İsrailoğulları’nın kendi çektiklerini silip Filistin’de yeni bir soykırımı tarihe yazdıklarını unuttur, halk şiirinin çoğundan vazgeçeyim (2001; 43).
Folklor: Folklor ürünlerinden yararlanmayı salt biçimin sorunu saymak, halk şiirimizin iç ve dış kalıplarıyla çalışmak, çağdaş şiirimizi kurmanın bir yolu olamaz (2001; 78).
Çağdaş şiire yeni soluk getirmede geleneksel halk şiirimizin biçimlerinden yararlanılamaz mı? Elbet yararlanılır. Halkımızın kültür yapısında folklor gereçleri hala bütün diriliğiyle kendini sürdürürken, halk için yazdığını savunan bir ozan için elbette olanaklıdır bu. Ne zaman? Çağdaş özleri onunla iletebileceği zaman. Halkın yaşamını değiştirmede, yükseltmede katkı sağlayabildiği zaman (2001; 79). Bkz. Toplumcu Gerçekçilik.
Gelenek: Kalıpların kırılmasıyla birlikte geleneğimiz yok sayıldı. Gelenekte var olanımızı yok sayıp Batı’dan temellenmeye çalıştık. Bu bir tepkiydi, denebilir. Çağdaşlaşma için gerekliydi de belki. Ama sürmemeli. Çünkü bu boşluk yabancı bir kültürün artmasına yarıyor (2001; 149).
Bizim akımımız, kuramımız, kökü, şiirimiz gibi tarih içinde bir akımdır, kuramdır. Moda değildir. Gelip geçmeyecek, gelişip değişecek. Hayatla birlikte (2001; 160).
Gelenek, geleceğe yükseltilerek aktarılabilecek olandır (2001; 168).
Gelenek rastlantısal değildir (2001; 168).
Gevaş: Gevaş’ta kimseye iyilik yapamazdınız. Ne denli yoksul olrsa olsunlar karşılıksız bırakmazlardı. Birkaç metre basma mı verdimiz birine, kış kıyamette küçücük bir oğlanın kapıda titrediğini görürdünüz elinde yoğurt sitiliyle. Parasını verirsiniz onun da, bu kez bir başka şey getirir (2001; 196).
Görüntü: Bkz. İmge; Orhan Veli; Ahmet Haşim.
Güncel: Günceli şiirleştirmek, zorların zorudur (2001; 119).
Gündüz: İnsanların bir bölüğünün geceyi, bir bölüğünün gündüzü sevdiğini, orda yaşadığı bilinir. Ben ikincilerdenim. Gündüzlerin uzunluğuna bayılıyorum (2001; 106).
Günümüz Şiiri: Günümüz şiirinin çeşitliliği, bu çerçevenin bizde de geçerli olduğunu gösteriyor. Usta yok, akım yok (2001; 126).
Halk Şiiri: Ben halk şiirini ne kullanıyorum, ne de yapıyorum. Onun uzandığı kaynağa ben de uzanıyorum. Yoksa, kalıplarını, söylemini almıyorum (2001; 152).
Halkla Bütünleşmek: Şiirin süreci, buğdayın yetme süreci, toplumun değişme süreci. Bunlar hep birbirine benzer. Ürün gerçekleşince, kaynağına döner, halka halkın yaşamına. İşte, halkla bütünleşmek budur (2001; 154).
İkinci Yeni: Şiir bir söz sanatıdır. Görüntü amaç değil araç olmalıdır. İkinci Yeni’nin de çıkış yeri bu. İmgeye, görüntüye tutkunluk (1996; 63). Bkz. Şiir; Behçet Necatigil; Oktay Rifat; 1960’lar.
“İkinci Yeni” filan diye adlandırılan dönemde, Batı kökenli kökensiz şiir, altın çağını yaşadı (2001; 58).
İkinci Yeni, biçimsel bir arayıştı. Şiirimizin anlatım olanaklarını geliştirdiği yadsınamaz. “Bir akımdı” dersek, siyasal kısıtlığın zorladığı, Batı’ya öykünmenin beslediği bir kaçış akımıydı da demeliyiz (2001; 144).
İktidardışılık: Bkz. Mehmet Yaşin.
İletişim Teknolojisi/Televizyon Vs.: Modern iletişim kanalları, özellikle televizyon şiire zarar veriyor. Parçalıyor, değiştiriyor, kendi ağıntısından çekip göndermelerini şaşırtıp tüketiyor, görüntü eşliğinde (2001; 119). Bkz. Şiire İlgisizlik.
İletişimin bozulduğu, hatta ortadan kalktığı, yalnız iletilerin olduğu, beyaz camlarla ve öteki araçlarla tek yanlı ve serbest piyasa normlarına göre işleyen bu iletilerin, susturulmuş, yıldırılmış beyinlere emdirildiği bu ortamda şiir bir umuttur (2001; 123). Bkz. Şiir.
Toplumsal yapıdaki, siyasal ahlaktaki bunalım her iyi şeyin önünü kesiyor. İletişim araçlarındaki yükselme, hızlı bir kültürel değişimi gündeme getirdi. Ozanlar artık ahlaki değerleri, bilgeliği simgeleyemiyorlar. Mitler yetiyor (2001; 123).
İmge: Şiir bir söz sanatıdır. Görüntü amaç değil araç olmalıdır. İkinci Yeni’nin de çıkış yeri bu. İmgeye, görüntüye tutkunluk (1996; 63).
İsmet Paşa: Halk İsmet Paşa’ya yoğun öfke duyuyordu, onun partisine de (2001; 185).
Kadın/Türkiyeli Kadın: Türkiyeli kadının yaşamı Atatürk’le değişti. Bu değişme, büyük kentli kadında daha hızlı, küçük kentler, kasabalar, giderek köylerdeki kadında daha yavaş oldu. Ama oldu (2001; 71).
Ben işi ciddiye ilk alanım ülkemizde, bu doğru. Ama ben olmasam başkası olacaktı. Elimizin hamuruyla erkek işine karışıyoruz artık (2001; 156).
Kahramanmaraş: Bir de Maraş’ı biliyorum, kendini çağa kolay teslim etmeyen. Çarşısıyla, bağı bahçesiyle, evleriyle, insanıyla (2001; 181).
Kapitalizm: Dönemimiz, anapara iyesinin üretim ilişkilerine egemen olduğu, bu egemenliği daha da geliştirmeye savaştığı dönem. Günümüzde onun alıp satmayacağı bir şey kalmadı pek. Görünürde, onun onaylamadığı ürünün yaygınlaşma şansı yok gibi. Köşelerine yuvarlaştıramadığınızı iletmeniz olası değil gibi.
Ama bu esinti de ne?
Düzgün dosyaları kıpırdatan kim?
Hey, kim var orda?
Kim olabilir? Diriliğini yitirmemiş bir muhalif ruzigar (2001; 30).
Kemal Tahir: Yerel sözcükleri anlamlarından uğratmış Kemal Tahir. Hele deyimleri. Yerli yersiz, yanlış kullanıyor (1996; 48).
Kentsoylu: Kentsoylu, kendi kuralları içinde bir ulusal sanatı, kültürü yeşertememiştir (2001; 33).
Kitabilik: Bkz. Dil.
Kökensiz Şiir: Bkz. İkinci Yeni.
Kuşku: Kuşku, bilmenin, bildiğini gelecek içinde bir üst düzlemde yeniden üretmenin ilk aracıdır (2001; 25).
Kültür: Kültür, sanat yapısının dışa bağımlı ekonomi temeli değişmedikçe ulusal düzlemde kendini kurması olası değildir (2001; 33). Bkz. Gelenek.
Küçük İskender: Bkz. Mehmet Yaşin.
Mehmet Yaşin: Evet Mehmet Yaşin genç bir ozan ama, durağan olmayan kıpır kıpır zekası, sözü kullanma, işletme yeteneği güçlü. Hakkını teslim etmek gerekir ki usta bir ozan. Birilerini durmadan çizgilere, gruplara koyuyorlar ya, bana da bulaşmış baktım bu huy. Mehmet Yaşin Can Yücel’in, Metin Eloğlu’nun el aldığı ocaktan el almış. Ece Ayhan’da dokunmuş ama Küçük İskender gibi/kadar değil (1996; 186).
Mehmet Yaşin şiirlerinde iktidar dışılığından söz ediyor. Azınlık değil marjinallik. Kimi düzlemlerde de aidiyetsiz olmayı seçiyor. Tüm ozanlara da öneriyor bunu (1996; 190).
Melih Cevdet Anday: Şiir, Anday’a göre, doğalı yıkıp, bozup yeniden bir düzen kurmaktır. Bu düzende herşey yapmalıdır artık (1996; 76).
Odysseus, ne bireyin ne toplumun, “Yapma”nın başyapıtıdır (1996; 77).
Metin Altıok: Metin Altıok, şiir toprağımızdan gelip geçmekte olan ozanların, ozanlığı kendine en çok yakıştıranlardan (1996; 135).
Metin Eloğlu: Türk şiirinin “kendi başına” ozanlarından biri (1996; 101).
Metin Eloğlu bu kitabıyla (Düdüklü Tencere; sekoya), Garipçiler’i izleyen değil, geliştiren olmuş. Sözcükleri egemenliğine almış. Öyle almış ki, sağlam bir örgüyü kurmak için onları yerinde kullanmakla kalmıyor, eğik büküp, değiştirip yeni sözcükler yaratıyor. Duyulmamış sözcükler. Buna karşın okur ne duyulmamışı yadırgıyor, ne de anlamsızı. Çağrışım ilmikleriyle dokuya yediriyor onları. Tanıdık, işler, kıvrak bir duruma getiriyor (1996; 101). Bkz. Mehmet Yaşin.
Muhalif Görünmek: Ülkemizde “muhalif” gibi görünse de, kültür yaşamımızın egemeni bir görüş, kurmaca bir sanatın, şiirin üretimini zorladığı gibi, ona dayanak söylemi de üretiyor. Öyle üretiyor ki, kimse ağzını açıp “Nedir bunun temeli?” demiyor. “Muhalif görünmek, muhalif yanda görünmek” herkese yetiyor (2001; 170).
Muhalif Ruzigâr: Bkz. Kapitalizm.
Murathan Mungan: Murathan’ın kitabının başında elyazısıyla bana yazılmış bir atıf: “Fırtına mavisi bir çiçekle” (1996; 163).
Ben Murathan’ı yalnız iyi şair olduğu, daha doğrusu, elini attığı her alanda başarılı bir yazın/sanat adamı olduğu için mi beğeniyorum? Sanatıyla açıkladığı bir çağdaşlık anlayışı var, onun için de önemsiyorum. Geleneğini boşlamamış, köksüzlüğe, kur-tak kültüre yaslanmayı benimsememiş bir sanatçı. Karanfil’de bir kez daha görüyoruz bunu. Tarihini biliyor, değerlendiriyor. Tarihin ezilen halklar için bir tutamak olduğunu, kültür birikiminin dayanak olduğunu biliyor ve bunu söylüyor (1996; 165).
Murathan, geçmiş yaşamla günü, kutsal kitapların dilindekiyle, günün şiirini birleştiriyor. O zaman rüya olanın şimdi içinden geçtiğini söylüyor. O bir kahindir: Görmüştüm görmüştüm görüyorum (1996; 172).
Naylon: Bkz. Demokrat Parti.
Nazım Hikmet: Nazım’da bireyci şiir yavaş ve nazlıdır (1996; 49). Bkz. Orhan Veli.
Usturlupla seçilmiş, ayıklanmış, uslu bir Nazım artık tiyatroda, televizyonlarda, şarkılarla aramızda dolaşıma girmiştir. Demokratik ortamımızın kanıtı olmaktadır. Şiirlere, şarkılara dokunulmuyor izlenimi veriyor (2001; 122). Bkz. Çağdaş Türk Şiiri.
Necati Cumalı: Cumalı, oyuna, süse, başvurmadan, yalın yazıyor (1996; 36).
Cumalı gerek tek insanın (yalnızlık), gerek ikili ilişkilerin (aşk, dostluk), grek toplum içindeki insanın çeşitli durum ve konumunu şiirde başarıyla işlemiş, konularında renkli, dilini canlı, işlet tutabilmiş bir ozanımız (1996; 38).
Odysseus: Bkz. Melih Cevdet Anday.
Oktay Rifat: Birinci Yeniye olduğu gibi, “İkinci Yeni”ye de öncülük etme garipçi Oktay Rifat’a düşüyor. Kuramını da koyarak Perçemli Sokak’ı yayınlıyor (1996; 70).
Oktay Rifat bize göre (..), aydınlık, duru, bilimsel bir dünya görüşünün uzak plandan eşlik ettiği Şiirler’iyle kalıcı olacak (1996; 73).
Okumak: Okumayı, okula gitmeden önce öğrenmiştim (2001; 92).
Onur: Bkz. Ermiş.
Orhan Veli: Orhan Veli şiirinin bence hem en önemli, hem de en tehlikeli yanı, dilde ve özde yalınlığı çok kullanılır yapmış olmasıdır (1996; 64). Bkz. Barış Bıçakçı.
Baştan beri söylediğimiz gibi, Orhan Veli’nin şiiri iki koldan gelişmiş. Görüntüyü amaç alan şiirler, araç alan şiirler. Birincilerde şiir daha az (1996; 64).
Orhan Veli, iki biçimi ve bunlara uygun iki içlemi yan yana getirmiş, etkin bir ozanımız. Kendi yazdıklarının öneminden çok, kendinden sonrakilere etkisi ile dikkate değer. Nazım’ın Türk Edebiyatı’ndan zorla silinmesi ile, öncü bilinmiş (1996; 66).
İlkel bir düzeyde de kalsa, toplumcu sloganları bırakmaması, içinde bulunduğu sığ ortamı dalgalandırması, gerçek bir bilincin oluşmasına yardım etmesi nedeniyle, önemlidir (1996; 66).
Ozan/Ozanlık: Dilde ekonomik yapılaşmayı sağlama her ozanın başta gelen işidir, ozanlığın koşuludur (1996; 107).
Şiir yazma, bir üretim eylemidir. Ozan ise üretimci (2001; 29).
Bütün iyi ozanlar şiire “Ben”le başlamışlar. Düşününce, bu bana çok doğal geldi. Şiire başlanan yaşlar “Ben”in egemenliğini sürdürdüğü yaşlar (2001; 45).
Sanatçı, özel olarak ozan, yaşamayı yeniden düzenleme gereği duyar. O yüzden şiir ne türde yazılmış olursa olsun bil başkaldırıdır. Usla karşı çıkıştır (2001; 117).
Şair olar tek siyasal görevimiz, dilimizin bozulmasını önlemektir. Dil bozulunca insanlar duyduklarına inanmazlar, bu da şiddete götürür bizi (2001; 120).
İyi avcı, kesin bir öldürümü gerçekleştirendir. Dünya, olay, şiirde olduğu gibi duruyorsa yazılan şeyin estetik değeri yoktur (2001; 122).
En, en çok, en büyük, müthiş, süper, mega gibi sözcüklerle payandalanan sözel yapılar. Kendi de dili de yaralı bu canavar varken, ozanın işi zor, çok zor. Kendi özünü arayıp bulacak, şiirinin özünü bulacak, dilini bulacak (2001; 125).
Ozanın işi, salt ozanın da değil her bilinçli, duyarlı insanın işi, ölümün değil yaşamın değirmenine su taşımak (2001; 174).
Öz: Nedir sanat eserinde öz? Sanatçının bilgi ve bilinç birikimine, dünyayı algılamadaki eğilimine göre seçilmiş ve yönlendirilmiş konu’dur. Yani her konu öz olamaz. Konunun öz’lüğe yükselebilmesi için, seçilmiş olması bile yetmez. Sanatçının an-lağındaki bilgi birikimiyle ve bilinciyle yönlendirilmiş olması da gerekir. Biçem, Osmanlıca deyişle üslup, bu yönlendirmenin dışta yani sanat eserinde görülür yüzüdür. Sanatçının tavrıdır, tutumudur (2001; 17). Bkz. Toplumcu Sanatçı.
Özgün Sanat: Bkz. Sanat.
Bir ozan şiirini, iletişim kurduğu başka insan için yazar. Bu insanlar iki kişi de olsa, büyük bir kitle de olsa, şiiri belirler. Nasıl ozan birikimiyle yazacağı, sesleneceği kişileri seçiyorsa, ondan da önce ozanları seçen, şiirleri belirleyen okurlardır (2001; 64).
Sanat: Sanat bir kendini aşmadır. İnsanın, yaşamı yeterli bulmadığı, yaşamın kendiliğindenliğine karşı çıkma isteğini içinde bir tohum gibi büyüttüğü gerçektir. Yeni bir düzen oluşturmaz, yaşamı yeniden düzenlemek, kopuklukları, boşlukları, eksikleri gidermek, fazlalıklardan arındırmak gereksemesi de. Sanat, bir eleştiri, bir karşı çıkma, giderek bir başkaldırmadır. Özgün sanat, yüzde yüz bunlardan biridir (20012; 69). Bkz. Toplumcu Gerçekçilik.
Sanat, insan yaşamının parçasıdır. İnsanla başlamıştır (2001; 15). Bkz. Toplumcu Sanat.
Sanat, bir yandan insanın dünyayı değiştirmesinin simgesi, öte yandan, aynı yolda geleceğe dönük göstergesidir (2001; 15).
Sanat Yapıtı: Ben, bir sanat yapıtının konusu ne olursa olsun, bağrında bir umut çiçeği taşımasından yanayım (2001; 18).
Sanatçı: Düşünme sürecini hızlı, akıcı, renkli; nicel olarak bilgileri zengin kişidir (2001; 69).
Sanatçı, özel olarak ozan, yaşamayı yeniden düzenleme gereği duyar. O yüzden şiir ne türde yazılmış olursa olsun bil başkaldırıdır. Usla karşı çıkıştır (2001; 117).
Sevgi Soysal: Sevgi’le aynı lisede okumuşuz. Onu tanıdığımda üniversitedeydi. İnce, alımlı bir genç kız. Sanırım böyle nitelenecek dönem kısa sürdü. 1960’lar bunalımlar içindeydi (2001; 112).
İyi gözlemiş, iyi çizmiş, usta, işlek bir kalem (2001; 113). Bkz. 1960’lar.
Ne yazdıysa bilinçle, akılla yazdı. “Kendi coğrafyası içinde”. Yaptığını, yazdığını kendine yakıştırdı (2001; 114).
Simetri: Anadolu kiliminde simetri önemli değildir (1996; 49).
Sivas: Tuzun ve tozun kesiştiği yer, Sivas. Söz sonuna kadar söylenemez orda. Kırılır. Kırılmıştır. Kırılmak, darılmaya yakın anlamıyla da hükmünü yürütür burada. Şiirin işlemediği yerdir çünkü o kör karanlık, o duvar (1996; 178).
Slogan: Slogan konusu. Şiir, hızla biriktirilmiş, iyi özümlenmemiş, yaşamdaki karşılıkları araştırılmamış bilgilerin yığılmasıyla yazılamaz, bu ayrı konu. Bir var ki, şiirde slogan da kullanılır. Atasözü kullanılmıyor mu? Önemli olan, bu hazır gerecin yapıya yedirilmesi, yazılan şiir değeri taşıması. Üstelik genç ozanın, mitinglerin “konulduğu”, sloganların “atıldığı” bir ortamın, bir çağın yaşayıcısı olduğunu unutmamalıyız (2001; 66).
Geçen seçimin propaganda konuşmalarına bir bak. Nasıl da çok kullanıldı toplumcu sloganlar. Seçimi onlar kazandı bence. Ve onları en akıllıca kullananlar (2001; 162).
Sunay Akın: Bkz. Barış Bıçakçı.
Şiir: Şiir kıskançtır. Başka uğraşların ondan zaman ve ilgi çalmasına küser (1996;7).
Şiir bir söz sanatıdır. Görüntü amaç değil araç olmalıdır. İkinci Yeni’nin de çıkış yeri bu. İmgeye, görüntüye tutkunluk (1996; 63). Bkz. Toplumcu Şiir/Toplumculuk.
Şiir, edebiyatın en zor dalıdır (2001; 156).
Şiiri kısa tanımların içine sığdırmak zor; ama kolayca söyleyebiliriz ki şiir, yaşamda, insanda hiçbir iletişim kanalının ulaşamayacağı gizler noktasına en yakın giden iletişim türüdür, aracıdır. Şiir kendini oluştururken, konuşulan, kullanılan genel dilin içinden seçilmiş sözcüklerle ilerlerse de, oluşturduğu dil özeldir (2001; 117).
Roman seçerek çoğaltır, şiir seçerek azaltır (2001; 157).
Sanatın özellikle şiirin bence en avantajlı yanı, insanın bütünlüğünden kaynaklanan bir kapsamı kullanabilmesidir (2001; 118).
Şiir, dizelere sıkıştırılmış bir nükleer enerji (2001; 129).
Şiir incelemelerimde şu iki durumu görürüm genellikle: Kimi şiirlerde bir çok anlam (çoğu kez yakın anlam) şiirin yapısına dağıtılmıştır. Kimilerinde ise, tek anlam, yan anlamlarla beslenerek sona kadar yürütülür (1996; 148).
Şiir, insanla insan, insanla dünya arasındakini seçerek bir başka düzleme aktarır ve yeniden kurar. Bir özel dil olmakla birlikte şiir bir iletim aracıdır. Nesnel dayanağı olan coşkulu bir söylemdir. Kimi kez doğru giden bir oktur. Yeniden düzenlenmesi gereken yaşama, dünyaya usla karşı çıkıştır. Başkaldırıdır (2001; 122).
Çünkü bilim, bilinenlerden giderek bilinmeyene ulaşmaya çalışır. Şiir öyle mi? Gizler, bilinmeyenler onun çıkış yeri, yazılış nedeni (1996; 153).
Tanımı da kendisi gibi oluyor şiirin, ne matematiksel ne bilimsel. Salt şiirsel (2001; 120).
Şiir tek insanın özelinde evrensele uzanma değil mi (1996; 157).
Şiir insanın bütünselliğinden gelir ve iletildiği yer yine o bütünselliktir (2001; 172).
Şimdiye dek, şiirin iki ana yöntemle yazıldığını görüyoruz: Birinde, göndermeler/atıflar dar dolayımlı tutulur. Geliştirilen anlam genellikle, daha az yoruma açık olan birincil, tekil anlamdır. Toplumsal izleklerin, konuların işlendiği şiirlerde çoğunluk, bu yol izlendi. Ötekinde ise, geniş dolayımlı atıflarla/referanslarla, imgelere ağırlık vererek anlamı geliştiren şiirler vardır. Atıflar net değildir. Şiir birincil anlamdan ya da tek anlamdan çok, yan anlamlara ağırlık vererek geliştirilir (2001; 117-118).
Ben, tarih, toplumbilim, felsefe, bitkibilim, hayvanbilim okuyorsam, boşuna değil. Onları şiire dönüştürüyorum (2001; 94).
Şiirler şu izleği, konuyu taşır, şu yolla yazılırsa şiir olur, öteki dolayımla, izlekle, sözel yapıyla yazılırsa şiir olmaz, gibi kalıp hükümlerden sakınmamış gerekiyor (2001; 118).
Ucu açık, göndermeleri olabildiğince geniş dolayımlı bir şiiri arıyorum. İnsan bütünlüğünden gönderilenin alıcısının da geniş olacağını düşünüyorum. Tüm kaygılarımı, yetimi birden kullanıyorum. Estetik, etik, felsefi, bilgisel. Küçük hikmetleri de kullanıyorum, eski ozanlar gibi (2001; 119).
İletişimin bozulduğu, hatta ortadan kalktığı, yalnız iletilerin olduğu, beyaz camlarla ve öteki araçlarla tek yanlı ve serbest piyasa normlarına göre işleyen bu iletilerin, susturulmuş, yıldırılmış beyinlere emdirildiği bu ortamda şiir bir umuttur (2001; 123).
Yaşamdaki ve dildeki tüm kirlenme şiire de yansımaktadır. Anlaşılır olma, anlamı olma neredeyse ayıp sayılacak. Elbette ayrık tutacağımız genişçe bir ozanlar kesimi var ama yeni bir şey yaptığını sanıp gerçek şiirle pek ilgisi olmayan, ta 1920’lerde 30’larda denenip tüketilmiş şeyleri şiir diye ortaya salanlar var. Şiir marjinal kılınarak yaşamın dışına sürülmektedir bu çabalarla (2001; 123).
Şiiri derinden okumayı, şiir yazma kadar sevdim (1996;7).
Ben yaşadığını yazmaya çalışan bir ozanım. Yaşam benim için hep büyülü, giz dolu, harikulade olagelmiştir. Hep şaşkınlık içinde kalmışımdır. Düşlerle, imgelerle beslenen, aşk dolu bir yapım var (2001; 128).
İster bireyci, ister toplumcu duyarlığı yansıtsın, her şiirim yaşamdan çıkmıştır. Her dizenin hayatımda, hayatımızda karşılığı vardır. Yazdıklarımın yeniden, yadırganmadan hayata katılması bundandır (2001; 143).
1950’lerden söz ettiğimize göre diyebilirim ki 1960’lara kadar bireysel çıkışlı ama kadınlığı dolayısıyla ezilenlerin ortaklaşacağı duyarlığı şiire getirmeye çalıştım (2001; 143).
İyi şiir yazılıyor ülkemizde (2001; 178).
Şiir Çıkmazdadır: Bu tartışmaları kimler başlatır? Bu kararı kimler verirler? Büyük kentlerin o insanı tüketen, ezen çarkına girdikleri halde, bundan toplumsal şiir adına paha biçilmez özler çıkaramayıp oturup kendi kişilikleri adına tek tek sızlananlarla, şiiri iyice izleyememiş olanlar (2001; 48).
Bence, açmaz, başta da söylediğim gibi, çarkın ezilen, bunun bilincinde olan, ne yazması gerektiğini iyi bildiği halde, yazamayanların çıkmazıdır (2001; 49).
Şiir Üzerine Yazmak:
Şiir kıskançtır. Başka uğraşların ondan zaman ve ilgi çalmasına küser. Bu notlar, dar zamanlarda, şiiri küstürmeyi göze alarak yazılmıştır (1996;7).
Şiir Yazmak: Şiir yazma, bir üretim eylemidir. Ozan ise üretimci (2001; 29).
Şiir yazmanın bence en önemli noktası yaşamın sanata dönüştürüldüğü noktadır. Sanat için, yaşamın olayları birer niceliktir. Onun sanatsal niteliğe dönüştürümü bir bakıma dirimi yok etmektir (2001; 36-37).
Şiire İlgisizlik: Şu günlerdeki, şiire ilgisizlik durumu genel bir durum. Çok yoğun yaşanıyor, dünyada ve ülkemizde. “Yoğun yaşama” deyişi eksik gelir, “şok” yaşanıyor. Medyadaki, özellikle televizyondaki sunuş biçimleri bu şoku derinleştiriyor. Olaylar ve onların iletimi her şeyi ezip geçiyor. İletişimin tüm alanlarını. İletinin biçimi iletişime olanak tanımıyor. Sözcükler, söz, dil yapıları saldırıya uğrayıp, kirletilip, bozulup, değiştiriliyor. Anlam alanı sınırlandırılıyor, görüntüye bağımlı kılınarak. Yüzeyselleştiriliyor (2001; 171). Bkz. İletişim Teknolojisi/Televizyon Vs..
Şiirimizin Gelişimi: Derinlemesine yapacağımız çalışmayla, şiirimize yeni soluklar kazandırabiliriz. İğne deliğinden geçeni, darı tanesine sığanı, yine de dünyalara sığmayanı bulabiliriz (2001; 62).
Şiirin Felsefe Sözlüğü: Bir ozanın genel felsefe bilmesi, birçok şeyi bilmesi kadar, daha fazla gereklidir ama şiiri çözmede değerlendirmede araç yine şiirin kendinden çıkarılmalıdır. Şiirin felsefe sözlüğü farklıdır (2001; 128).
Şiirin İşlevi: Şiirin işlevi, tüm öteki sanatlar gibi, iletişim kurmaktır. İnsanla dünya, insanla insan arasında. Şiir dili öyle bir dildir ki bilimin bile ulaşamayacağı gizler noktasına en yakın gider ve oradan aldığını en ulaşılmaz uçlara iletir (2001; 166).
İşte şiirin işlevi: Dili kurtarır, iletişimi çok boyutlandırır, anlamı derinleştirir. Henüz, savaşları durduramayacağı sanılıyor ama kimbilir (2001; 166).
Tanrı-lık: Bkz. Ahmet Hamdi Tanpınar; Fazıl Hüsnü Dağlarca.
Tarihsel: Yaşadığım güne bir açıklama getirebilmek ve geleceği aydınlatmak amacıyla tarihseli kullanıyorum (2001; 150).
Toplumcu Şiir/Toplumculuk: Ben, toplumcu şiirden yana bir ozanım. Ama bir şiirin güzel olması için ille de bir mesaj taşıması gereğine inananlardan değilim (1996; 88). Bkz. Orhan Veli; 1960’lar; Turgut Uyar.
Türk şiiri iki koldan da gelişiyor. Hem bireyci, hem toplumcu nitelikleri taşıyarak. Ben kendi adıma sonuncuyu yeğlesem de, ilkini silip atamam (2001; 51).
Toplumcu Sanat: Toplumcu sanat, dirimi özünde en çok taşıyan sanattır. İşlevinin kapsamı geniştir çünkü (2001; 13).
Bizim yeğlediğimiz sanat, dünyayı emeğiyle değiştirebilenlerin onsuz edemeyeceği sanattır. Yoksa yozlaşmış, duruk, donuk ürünler değil. Yeğlediğimiz sanatçı ise “düşüncesi tıpkı bir pusula ibresi gibi, hep halkın çıkarları yönüne dönen”dir (2001; 16). Bkz. Toplumcu Sanatçı.
Toplumcu Sanatçı: Toplumcu sanatçı, durmadan eleştiren biridir. Ama bununla yetinmez. Hayatın değiştirilebilir olduğunu da çekirdek gibi ürünün özüne yerleştirir ve geleceğe aktarır. Çürümüş bir yapıyı eleştirel olarak yansıtırken, salt yenilikçi bir sanatçıyla toplumcu bir sanatçıyı ayıran denektaşı buradadır. Kim yalnızca eleştiriyor, kim eleştirdiğinin değiştirilebilir olduğu gerçeğini özünde taşıyarak bu değiştirime katkıda bulunuyor? (2001; 14). Bkz. Toplumcu Sanat; Öz; Bakış Açısı.
Turgut Uyar: Duygusallık Turgut Uyar’a yakışan bir özellik (1996; 89).
Turgut Uyar, toplumla çatışmanın şiirini yazıyor (1996; 90).
Varoluşçu felsefenin bir yanı kurtuluş umudu tanımayan, insanı “saçma”nın, “Absurde”ün kara sularına atan düşüncelere yaslanır. Öteki yanı ise, insanın kurtuluşunu aşk gibi, dostluk gibi, insan sevgisi gibi kişisel ya da toplumsal bir amaca bağlanmada bulur. Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” ile başlattığı şiiri bu ikinci kol varoluşçuluk izini sürer. Kurtuluş aracı olarak en çok cinsel aşk, serserilik, eylemsizlik teorisi geçerlidir (1996; 89).
O hiç durmadan arar. Arayışı, bireyci suskunluğun kapılarını da, günlük yaşamın kapılarını da bir bir dolaşır. Ama zorladığı ikinci saydıklarım değildir. Olsun. O eski dış biçimlere, yeni ve ölmez iç biçimler yerleştirmeyi bilir (1996; 93).
Türkçenin Şairi: Kendine Türk şairi demekle, Türkçenin şairi demek arasında bir arpa boyu yol var. İşte, dille, insanın geldiği nokta (1996; 190).
Toplumcu Gerçekçilik: Çağımız toplumcu gerçekçi sanatın en önemli özelliği hep söylediğimiz gibi, işlevselliğidir. Sanat, hayattan çıkıp yeniden oraya dönmekte, yükselmek ve yükseltmek amacı elde tutularak üretilir. Bunun için, kullanılacak her gösterge, her nesne, dilde olsun, biçimde içerikte olsun, yabancılaşmayı aşmamızı sağlayacak olandan, halkın hayatında diri kalandan seçilmelidir. Seçilenler sanatsal yapılar içinde çağdaşlaşmadan, değiştirilmeden, yükseltilmeden yinelenirse, yapılanın adı “popülizm”dir. Ama seçilip alınan nitelikçe yükseltiyorsa, sanatsal ürün halka döndüğünde işlevsel yerini alıyorsa, işte bu, sanat olur o zaman (2001; 79). Bkz. Sanat; Folklor.
Toplumcu ozanlar toplum sorumluluğunu somut bir biçimde anlarla. Onların görevi hayatın değiştirilmesine katılmak, şiirleriyle hayatın değişebilir olduğunu hiç durmadan vurgulamaktır. Bunu yaparken biz tekil davranmayız. Birimizin yazdığı ötekilerinkiyle bütünlenir. Giderek yaşamın bir parçası olur (201; 144).
Ulusal Sanat: Kentsoylu, kendi kuralları içinde bir ulusal sanatı, kültürü yeşertememiştir (2001; 33).
Ülkü Tamer: Bkz. Barış Bıçakçı.
Varoluşçu Felsefe: Bkz. Turgut Uyar.
Yabancılaşma: Divan edebiyatı halka yabancılaşmış bir edebiyattır (2001; 81).
Yalnızlık: Çocuklarım doğuyordu. İstiyordum, seviyordum onları. Onlar hayatıma girince, kaçıp saklandığım yalnızlığı yitirdim (2001; 146). Bkz. Yaşam.
Yanlış Entelektüalizm: Ülkemiz şiirinin, dönemimizdeki serüveni yanlışlıklar komedisine dönüşmüşse, bundan ozanların yanlış entelektüalizm anlayışlarının payı vardır elbet (2001; 59). Bkz. İkinci Yeni.
Yapma’nın Başyapıtı: Bkz. Melih Cevdet Anday.
Yaratmak: “Yaratmak” sözcüğünün karşılığı sözlüklerde “Yoktan var etmek” diye geçer. Bu tanımın bilimsellikle uzaktan yakından bir ilintisi yok (2001; 27).
Yaşam: Beş çocuğum var. Göstermelik bir eş, bir anne olmayı hiç düşünmedim. Neyi ki yaptım, bütün yüreğimle, bedenimle, içtenliğimle yaptım. Yaşamımdaki bu dolgunluktan, doygunluktan şiirim çok yararlandı (2001; 159). Bkz. Yalnızlık.
Ben yaşadığını yazmaya çalışan bir ozanım. Yaşam benim için hep büyülü, giz dolu, harikulade olagelmiştir. Hep şaşkınlık içinde kalmışımdır. Düşlerle, imgelerle beslenen, aşk dolu bir yapım var (2001; 128).
Yaşar Kemal: Yayınladığı ilk öyküden bu yana Yaşar Kemal’i sevinçle izledim. Aziz Nesin, bayıldığım yazarlardan oldu. Türk yazınının bir tek bile iyi ürününü kaçırmadığımı sanıyorum (2001; 93).
Yeni: Şiirde sanatta, sanatçının istemine bağlı olmadan hep bir değişme vardır ama her yeni oluşumda eskinin içinden seçilmiş taşlar kullanılır. Yeni’nin niteliğini belirleyici öğelerden biri bu eski taşların seçimidir (2001; 147).
Yenilikçi Sanatçı: Bkz. Toplumcu Sanat.
Yerel Sözcükler: Şiirde yerel sözcükleri kurgu’ya yedirmek, hikâye ve romanda olduğundan daha güçtür (1996; 48). Bkz. Kemal Tahir.
Yetenek: Müziğe, resme yetenekli çocuklar vardır. Şiirde yetenek pek kabul edilmez ama, ben öylesi bir çocuktum. Kendimi bildim bileli şiir söylemeye çalışırım. Bu yeteneğin rastlantısal olmadığını sanıyorum. Aile içinde, şiire büyük değer verilmesinin sonucudur (2001; 148).
Kişinin yeteneği doğuştan var olmaz. Eksikli değilse, bu yeter. Yaşadıkça birikir (2001; 154).
Yürekten Vuran Konular: Ağıtların, türkülerin konuları beni yüreğimden vuran konular oluyor (2001; 36).
Zor/Zorluk: En, en çok, en büyük, müthiş, süper, mega gibi sözcüklerle payandalanan sözel yapılar. Kendi de dili de yaralı bu canavar varken, ozanın işi zor, çok zor. Kendi özünü arayıp bulacak, şiirinin özünü bulacak, dilini bulacak (2001; 125).
Günceli şiirleştirmek, zorların zorudur (2001; 119).
Şiiri kısa tanımların içine sığdırmak zor (2001; 117).
Zor Şiir: Bkz. Ahmed Arif.
(*) Bu sözlükçe şair Gülten Akın’ın iki düzyazı kitabından alıntı yapılarak hazırlanmıştır. Alıntı sonlarında parantez içinde yer alan yıl, alıntı yapılan kitabın baskı yılını, sayı ise sayfa numarasını ifade etmektedir. Alıntı yapılan kitaplar şunlardır:
Şiiri Düzde Kuşatmak, YKY, 2.baskı, 2001, İst.
Şiir Üzerine Notlar, YKY, 1.baskı, 1996, İst.