"..O her gün kendini öldürerek usu
Kınında saklı bir intihar gibi bırakan.."
(s.a.)
"Açlığı da ölümü de hiç sevmem" diyordu şâir Metin Eloğlu. Yaşamı ve ölümü kolaylaştıran şeylerin bir arada bulunabilirliğine yabancı kalmayacak bir hayatı sırtlamış olmasına rağmen, seküler bir kaymanın dahası bir alışkanlığın kolay terk edilemeyeceğinin eksikliğine yapılan gönderme ve insancıl etkiyle. Kişi yaşamaya meyyâl bir donanımla yaratılıyor olsa da yaşamın ne denli yaşamaya elverişli olduğunu sorgulamak gerekiyor. Bunu başarabilenlerin en başında geleni kuşkusuz Albert Camus. İntiharı varoluşun diğer kutbunda konuşladığı bir anlam kapısı olarak kurmuştu felsefesini. Mezkûr konu bir sistematiği gereksinmediği için tekil ve özgün, ayırt edici ve farklı yaşamlar, bakışlar da zuhûr etmişti daha öncesi ve sonrasında.
Dünya yazınının bilinen adlarından Mayakowsky, Yesenin, Sâdık Hidâyet, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Cesare Pavase, Stefan Zwelg, G. de Nerval gibi isimlerinin yanı sıra Beşir Fuad, İlhami Çiçek, Nilgün Marmara, Kaan İnce, Zafer Erkin Karabay da bu bakışa kendi elleriyle perdeyi kapayanlardandı. Ahmet Oktay Yol Üstündeki Semender’de ölümün de tıpkı yaşama iştiyâkı gibi bir güdüye seslendiğine dâir şeyler yazmıştı. Bunu bir tutku boyutunda yaşayanlar olduğu gibi (bkz. Sylvia Plath) yazgısal bir karamsarlıkla örtüştürenler de oldu. Söz gelimi Sami Paşazâde Sezai, Sergüzeşt’in önsözünde ümitsizliğin silahlı kızı olarak betimliyordu intihârı. Esas olarak yaşamın ağır bastığı sorgulama girişimi katında kabul edilebilecek bir kara yüzey intihâr gerçeği. İlk bakışta bulanık, debelenmeye müsait bir zemini içeriyor. Ancak yaratılmışlığın doğasındaki savaşma içgüdüsü de göz ardı edilmemesi gereken ölçülerden. Kafka metinlerindeki tok savunma, Dostoyevski’deki savruk tutunma, bizdeki örnekleriyle Tezer Özlü metinleri dekadan bakışın verimleri olmaktan öte, iradi bir bilincin farklı yansımaları olarak algılanabilir. Lübnanlı yazar Amin Maalouf Doğunun Limanları’ndaki bir kişisine "Şayet hayatta kalabildimse hayatta kalmamak da bu iradeyi gerektirdiği içindir." dedirtiyordu. Yukarıdaki örnekler aynı yaklaşımın karşıt kutbunu yaşayarak oluşturuyordu. Sözgelimi Tezer Özlü, sözcüklerle yaşamın derinliğini verebilmenin imkansızlığına değiniyordu. Gerçekten de aslolan hayatın verimlerini insan kalabilmenin onurunu kendi akarında sürdürmenin imkanlarını aramaktan geçiyordu. Mayakowsky de arkadaşı Yesenin’in ölümünde devrimci kanına dokunan duyguyu şiirinde yansıtmaktan geri durmamıştı. Modern dünyanın yaşamaya dönük soylu, erdemli bir varoluş çabasının anlam sınırlarını daralttığı günlere yetişse de İlhami Çiçek de güneş vurgusuyla sabrı öğütlüyordu bir şiirinde. Gene de yazıp çizmeyi uğraş edinmiş kişilerdeki bu kısmî olumlayıcı bakış, yaşamı sekte eden sabuklukların, yaşam katında algılanıyor olmasına gereği kadar tahammül gösterememişlerdi. Oğuz Atay’ın, Eylembilim’deki ifadesiyle intihâr kendini yetiştirenlerin eylemiydi ve toplumdaki yürümeyen budalalıkları dert edinen en çok onlar oluyordu.
"Ne anlamsızdı intihâr etmek etmemek" kabilinden avangart yönelimlerin tuzu kuru gözü kara oluşların dışında, intihâr eyleminin bir yanılgıyla yüceltilmeye yönelik tarafları olduğuna da bir ara söz olarak vurgu yapmak gerekir.
İntihârın bir kaçış veya başkaldırı eylemi olabileceği düşünülse de yoksulluk, felaket ve sıkıntıların insan tekini kuşattığı kadar toplumların önemli bir kısmını etkisi altına aldığı da bir hakikat. Dolayısıyla bir salgın hastalık gibi görmek meseleyi düzleminden saptırmakla da eşdeğer tutulabilir. Çağın meta menşeli tek tip algılama biçimleri günümüzde intihâr sorunsalını da maddeye indirgiyor yalnızca. Örneklendirecek olursak Özge Dirik’in ölümüne dâir verilen gazete haberinde bankacı olarak tanımlanan şâirin maddi sorunu olmadığına, dolayısıyla bu fiili anlamlandırmanın güçlüğüne özellikle vurgu yapılıyordu.
Gazetelerin bu denli sığ kağıt israfı mantığı, sosyal ve siyasal döngünün oportünizme endeksli akışı, radyolarını arabesk ve pop mezbeleliği yapısı, televizyonlarını düzeysizlik kumkuması olarak örgütlemeyi başarmış bir toplumun yazıyla ilgilensin ilgilenmesin duyarlık sahibi fertleri gereğince tedirgin eden şeylerin varolduğunu söyleyebiliriz. Ancak "kuru kalabalığın hükmü" ya da "onlar ki bana yakışmaz söz etmek" şeklinde özetlenebilecek bir toplum algısını, umarsızlığı, şâirler elbetteki rastgele kişiler olarak da algılayabilecek çapta kimseler. Hiçbir fiili özne merkezli etkenlere de indirgeyip çözümlemeye çalışmamalı. Böylesi bir kişisel gelişimci ukalalığına girişmeden ve kişiselliğin mahremiyetine dalmadan intihârın köklü bir varoluş sorunu olduğunu tekrarlayabiliriz. Yazına akseden boyutuyla da farklı nüveler taşıyan bir sorun.
Tabii şu da var: "Kurgusu değişince hayatın şirin görünür ölüm bu kuraldır" diyordu bir şâir. Bir diğeri yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferden söz ediyordu. Tanrı varken kim neyin nereye kurulup kurgulandığını bilebilir ki? O’nun her fırsatta sabrı salıklaması da bu bilmeler konusunda bir had bildirme değil midir aynı zamanda?
(Aralık dergisi sayı 19 )