Şairin Çalışması: “Kişi Victor Hugo değilse, her Allah’ın günü iyi şiir yazamaz” derken neyi kastediyor Paz? Belki sıra dışı bir yeteneği. Belki de, gizliden gizliye alay ediyor olmasa bile, böyle bir rutini onaylamadığını sezdirmek istiyor. Beni burada düşündüren şairin ‘çalışması’. Yapım’a ilişkin sözgelimi Hilmi Yavuz’la ters düştüğüm noktanın başka bir cephesi bu: Pek az şair her gün çalışmıştır herhalde – merak ediyorum Nâzım ya da Rilke, Necatigil ya da Valery kaç gün şiire çalışmışlardır yolda? !Şair gibi’ yaşamanın kendiliğinden bir göstergesi midir o ortalama? İyi şairliğin? Mallarme son yirmi yılda 20 şiir yazabilmişti; uzun aralar verenler az değil; Montale, yaşlılık dönemi bir yana, düpedüz kısırdır (SD; 26). Bkz. Şiirin Gelmesini Beklemek.
Kolay yazmak özel bir yetenektir, kolay yazabilenler çok üretmişlerdir. Benim çok üretmiş olduğum doğru değildir: Çok çalıştım, bu doğru, hem de her gün çalıştım yirmi yıldır, kolay yazan biri ne yazık ki değilim (SD; 49).
Şairlerin ilk işi, şüphesiz sıkı şiirler yazmak. Bu yetmiyor artık: Şiirin sorunları üzerinde kafa patlatmaları, okuma önerileri getirmeleri, üst-metinler üretmek için çaba göstermeleri, her dönemdekinden fazla, gerekiyor (SB; 10).
Şairin Deposu: Bkz. Şairin Yaşadığı Yer.
Şairin Evi: Heidegger’e hak veriyorum: Şair içinde oturacağı evi inşa eder. Bilir ki, içinde oturamayacaktır. Eklemek gerekir: İçinde oturamayacağını bile bile (SD; 140).
Şairin Saplantıları: Bkz. Şairin Yaşadığı Yer.
Şairin Terazisi: Neredeyse aritmetik bir mutlağı olmalı şiirde soyutlamanın: Ölçüm ve tartım öğeleri çok ağır biçimde tanımlanmasa bile. Duygulu, duygusal, duyarlı, duyulu –arasındaki canalıcı farklarda olduğu gibi: Şairin terazisi kendi kıpı/titreşim ölçülerini doğru, eksiksiz kullanabilmeli (SD; 10, 11). Bkz. Yaşadığını Yazmak.
Şairin Yaşadığı Yer: Büyük şehirde, köyde, doğanın ucunda, uzayda şiir yazmak kelime depomuzu kökten değiştirir; değiştirmez de onu boyar, boyayabilir. Yoksa şairin kendi deposu ve onu oluşturan saplantıları yerinden oynatmak pek öyle kolay değildir (SD; 23).
Şiir: Esrikliğin en temel belirtisi bir tür kendiliğinden yazıyı doğurması: Yazı akıyor, kelimeden kelimeye sekerken ritmde pervasızlık olmuyor. Oynarken, üstünde çalışırken belki de özgünlüklerini zedeledim kimi parçaların. Bana kalırsa gerekiyordu bu işlemler: Şiir içdökme değildir (SD; 22). Bkz. Sarhoşken Yazmak.
Şiirin bir başka ana derdi: Gerçek doğru olabilseydi, değildir (SD; 42).
Alacağı yer, yeri aslında aradığı yerdir bir şiirin (SD; 119).
Şiir okumak, şiir yazmak da öğrenilir (SB; 31).
Şiir, dil ve anlatını kurdukları bileşimde şairin “süzme” edimini bütünlediği erek-biçimdir (SB; 32).
Şiir, birdenbire yazılsa bile, birdenbire yazılamaz (SB; 32).
Şiir’e çekilmek kadar Şiir’den çekilmek de ölüm-kalım tahterevallisinin kapsamındadır (SB; 68).
Şiir, yazın dışında, hatta yazın dâhil, hiçbir kurumun gölgesinde yaşayamaz (SB; 135).
Kozmos’un içindeki Kaos’un ve düzen tasasının kıyısında, anlamın sıfır noktasına teğet bir duruşta, koyu sevdayla ölüm korkusu arası söz alır ya da tıkanırız. Şiirimiz varsa, buradadır, başka bir zamanda ve yerde değil. Erk’in gölgesi altında sözümüzün erk alanı kazanması, kazmak istemesi ne tuhaftır: Fâni, heh itmiştir Bâkî’yi oysa – ve Şiir, aslında, dolaşıma girdiği an aczdir (SB; 138).
Şiir Okumak: Doğru dürüst şiir okumayı bilmeyenler doğru dürüst şiir yazmayı da öğrenemezler (SB; 92).
Şiirde Susku: Dolgu bir yana, şiirde, çoğu zaman bir eksiltme vardır, olmalıdır: Beklentiyi yaratır, söylemezsiniz. Şiirde suskunun, susulanın sık sık aslan payı olur (SD; 37).
Şiirin söylediklerinden çok sustukları bağlayıcı: Kısacası anlatmadığı (SD; 55).
Şiire Çalışmak: Whittemore’un şiiri – adını koyamadım henüz – genişliyor yol aldıkça. Ortaya ne çıkacağını, bir şey (daha doğrusu olmuş bir şiir) çıkıp çıkmayacağını bilemediğim şu dönem nasıl da heyecan verici geliyor aslında. Bu son girişmemde, yaklaşık yirmi saat çalıştım üzerinde (SD; 40).
Şairin de, yazarın da çalışarak ürettiğini henüz kabullenememiş bir yazınsal ortamda yaşıyoruz. Sanılıyor ki, şair ve yazar, yaşadığı olağanüstü iç ve dış serüvenlerin gerçekliğini dile getirirken gerçekçi olabilir ancak. Kitaplarla kuracağı ilişki onu gerçek’ten uzaklaştırır, koparır. Gel gör ki Dağlarca da, Oktay Rifat da, Melih Cevdet de “gündelik yaşantıyla düşünsel yaşantı arasında bir ikilem olmadığını” görmüş şairler; keskin bir duyarlığın faiziyle uzun süre geçinemez şair, bir anlamda eleştirel bir bilinç ekler duyarlığına: Sözün o çok sık vurgulanan ama nedense anlamı yakalanamayan eytişimsel süreç’dir bu (SB; 315). Bkz. Duyarlık.
Şiiri Doğuran Atmosfer: Bir şiirin yükünü, sığasını, genleşme eğilimini belirleyen etmenler onu doğuran atmosfere sıkısıkıya bağlıdır. Yükleme, istif, şiirin daha çok eksiltmeyle yazıldığını bilen biri için riziko dozu yüksek kavramlardır. Boyölçüşme çeker, öte yandan; o ana, böylesi bir istek kabarana dek karşıçıkılmış kimi anlayışlara farklı bir gözle bakma durumu doğar (SD; 128).
Şiirin Anlaşılması: Bugüne kadar yazdığım bütün şiirler, anlaşılacak bir şey olduğu ölçüde, bana yeterince anlaşılır görünmüştür. Anlaşılmaz bir şiir iyi bir şiir değildir. Ama, günümüzde (herhalde her dönemde) şiirleri anlamak için gerekli boyutlardan yoksun insanların sayıca çok, üslûpça kibirli olmaları, faturanın şaire ve şiire çıkmasına yol açıyor ya, en sık onlar yanıltıyor bizi (SD; 162). Bkz. Anlam; Anlamlandırmak.
Şiirin Gelmesini Beklemek: Şiire gidilemiyor, diye düşünüyorum hâlâ, antik bir konumu savunduğumu bile bile. Gidilirse yapay, has olmayan şiirler çıkıyor ortaya. Yoksa, belli bir teknik donanım ve hünerle durmadan oturup şiir yazabilir insan, arada iyi parçalar da çıktığı olur! Şiire gitmek için önce onun gelmesini beklemeyi bilmek gerek (SD; 27).
Her şairin şirin gelişine ilişkin temel bazı alışkanlıkları, sessiz kuralları, törensel edim ve huyları olduğuna inanıyorum. Gelişi hazırlamak elde değildir, bana kalırsa; oysa, geleni en doğru koşullarda karşılama’nın yolunun, elden geldiğince törene bağlı kalmaktan geçtiğini söyleyebilirim. Gelgelelim, şiirin ne zaman, nerede, hangi koşullarda geleceğini bilememek, en uygun koşulları hazır tutmayı güçleştirir (SD; 107).
Şiirin Oluşması: Bir şiirin oluşması için ruh hali yetmez. Onun için de çalışmaya başladım ya: Önce dönem ve bölge üzerinde bilgi topladım, bildiklerimi tazelemek istedim. Bir şiir yazmadan öğrenilmesi ve sonra unutulması gereken şeyler – şiirin yükü olmasınlar diye. Bir işret ekonomisi kısacası, ve bir denge poetikası (SD; 88).
(..) Nesneden şiire doğru giderken katettiğim uzun bir yol, yolu besleyen düşler ve destekleyen maddî dayanaklar: Kimisi apaçık görünüyor şiirde, kimisinden eser yok belki ama şiiri yazarken öylesine belirleyici etkileri olmuş ki (SD; 88). Bkz. Hal.
Şiirin Ortaya Çıkış Halleri: Yazı-şiirlerin ortaya çıkış süreçleri hayli farklıydı, baştan beri; ya “Akrep Dönencesi”nde olduğu gibi çekirdek-imge (diyelim ki, o örnekte olduğu gibi, bir durum ya da/ve de figürle özdeşlik yaşama eğilimi) enikonu belirlediği, beslediği bir güzergâh oldu önümde, ya da Meseller’deki gibi epey ön-nokta, notlar, hazırlıklar, bir kadraj. Ama bu iki sürecin dışında bir üçüncü süreç daha yaşadım şiirlerimle – sözgelimi ‘Soğan Mürkkebiyle Mesel’de, ‘Külâh’da, ‘Gece Kurda Aittir’de: Bir iç-durumun dilimin ucunda dolaştırdığı şiirlerdi bunlar… bir yondu belki, öncelikle aradığım, bir ilk çıkış sesi: Rilke’ye bakarken bazı eleştirmenlerin ‘messianic’ diye vaftiz ettikleri (herhalde Soneler ve Ağıtlar bağlamında), benden söz ederken Melih Cevdet’in “yalvaçsı” evliya tonu dediği ve (ne yalan) beni gururlandıran bir öte-ses (SD; 24, 25). Bkz. Hal.
Şiirin Sorunlarını Düşünmek: Yaratma edimin geniş bir düzlemde değerlendirmekten yana oldum hep. Şiiri merkezde tutarak, çeperi gitgide gelişen, yarıçapı durmadan uzayan, oylumu büyüyen bir dairenin içinde halka halka ilerlemek oldu tasam. Çember ya da Daire: Merkez’inden soyutlanması olanaksız bir biçimden söz ediyorum burada: Şiirin koşuluna, sorunlarına sık sık dönmem bundan (SB; 10, 11).
Kendi üzerinde düşünmeyen Edebiyat, kaçınılmaz biçimde, ne kadar kalıcı ürün verebiliyorsa o kadar verebiliyor böylece: Seyrek (SB; 15).
Şiirlerim Hakkında: Bazı deneme cümlelerim mısra sayıldı, hovardalık yaptığımı düşünenlerle karşılaştım. Bazı şiirlerim denemeye benzetildi. Bazı şiirlerim “bir tür” öyküye (SD; 54).
Şiirsel Alışkanlık: Bkz. Alışkanlık.
Taçlı Şair: Aylık maaş alan, yıllık şiir hasadıyla yükümlü ilk örnek Bernard Andreas, kayıtlara göre (1486). Gene de ilk ‘taçlı şair’ ünvanı Dryden’a ait (1668). Bu göreve son atanan ise Ted Hughes (1984) (SB; 139).
Tempo: Şiirin yazılışında kahredici bağlayıcılığı var temponun. Biz, müzisyenlerden farklı olarak, okuyucuya hız veremiyoruz sözgelimi. Verseydik, verebilseydik yeni terimler önermek, en önemlisi o terimlere kesin, matematiksel içerikler yüklemek durumunda kalacaktık.
Oysa yazarken, bir şiirin tempo eğrisini ince ince hesaba katarız: Hız ve ses düzeni adına sıfattan, kelimeden, fiilden vazgeçilir; noktalama düzeninde kılı kırk yarmak kaçınılmazdır. İçimden okurum, yüksek sesle okurum – ta ki bana göre sürçen nokta kalmayana dek (SD; 23). Bkz. Musikî ve Şiir.
Turgut Uyar: Divan’dab başlayarak, sonuna kadar, şüphesiz ince ve damıtık, gene de hedonist ve ehlî bir yazıya yüzünü çevirdi. “Dışlanmayı seçmeliydi” türünden yukardan yargılar getirecek değilim: Ondan sonra gelen bizler topyekûn yalnızlığı getirecek halis tüketim-dışı-yazı’yı mı seçtik? Turgut Uyar kadar radikal duran çıktı mı aramızdan? Hayır (SB; 248).
Türkçe Şiirin Oluşması: Türkçe şiir Yunus Emre, Nedim, Hayam, Baudelaire, Char gibi yazmayı da denemiş şairlerin elinden ortaya çıktı, son yüzyıl içinde. Modern Batı şiiri de böyle, metinlerarası ilişkilerle çehresini arayarak ortaya çıktı. Dağlarca, Oktay Rifat, Ece Ayhan gibi yazılması durumu doğduysa son çeyrek yüzyıl içinde: “Hiza” oluştuğu, Eliot’ın sözleriyle belli bir “olgunluğa erişildiği” içindir (SB; 164). Bkz. Modern Türk Şiiri.
Türkiye’de Yazılan Şiir: Türkiye’de yazılan şiirin gerisinde bir yerli gelenek, bir de yabancı dillerde yazılan/o dillere çevrilen şiirler varsa, dönüp hangi kültürel bütünlüğe yerleşmemizin sözkonusu olabileceğini araştırmamız gerekiyor (SB; 79).
Bizim, Türkiye’de yazılan şiirin doğru kota’sını anlayabilmemiz, evrensel düzey açısından derinliğini keşfedebilmemiz için hakkıyla Dünya şiirini tanımamız olmazsa olmaz bir koşul gibi görünüyor (SB; 81).
Ünlemsel Şiir: Saint-John Perse’in şiiri gerçekte de “ünlemsel” bir şiirdir; bir baştan ötekine, kimi zaman salt, kimi zaman da görece abartmalar ile ilerler. Bonnefoy’nın ünlemselliği ise handiyse donuk, tıpkı Douve gibi devinen ve duralan bir doğrultu çizer. Bunun için de, Bonnefoy’nın ey ile başlayan pek çok dizesi ünlem imi almadan biter. Ünlemli anlatım, hayli değişik vurgularla birden fazla şairin, yazarın yapıtında görünür (SB; 18).
Yahya Kemal: Son 70 yılın Devlet karşısında en köktenci şairi olduğunu gördüğümüz Ece Ayhan’ın Yahya Kemal’i “devlet şairi” sayışına katılmadığımı daha önce de yazmıştım: Şüphe yok ki iyi geçinmeye çalışıyordu Cumhuriyet’le, çünkü korkuyordu: Çünkü ilk Cumhuriyet şairi değil, son Osmanlı şairiydi – diye düşünüyorum: İlk ‘sivil şair’di bir yandan (kaybolmuş bir Devlet’in sınırlarını özlüyordu şiiri), son ‘Dîvan şairi’ydi öte yandan (Ankara’ya, Çankaya’ya gitmedi şiiri, payitaht’ın kaldı) – çoktan ölmüş birkaç sultanın, çoktan çökmüş biriki sarayın etrafında dönmeyi yeğlemişti. İkidebir elçi çıkarıldığı doğrudur – bana öyle geliyor ki burada kalması istenmemişti (SB; 145).
Yahya Kemal, Cumhuriyet dönemine geniş ölçüde mühür vurmuş “autodidacte’ların (kendinden öğrenimli) ilkidir; Okul’u bitirememiştir – yaşam boyunca hiçbir şeyi bitirmemiş, bitirememiştir aslında. Evsiz ve eşyasın insan. Diplomasız hoca. Bu bağlamda üzerinde fazla durmayacağım özelliği: Kadınsız aşkların adamı. Kitapsız şair. Dörtdörtlük bir muamma olarak Yahya Kemal portresi. Bir yandan da, tipik bir anti-burjuva: Mülk edinmemiş, okul bitirmemiş, evlenmemiş, ana uğraşını biçimlendirmeyi yadsımız (SB; 178).
Yahya Kemal, Türk edebiyatının kritik dönemeçlerinden birini yarattı şiiriyle, ama Asrî Zamanlar’ın, çağımıza mührünü vuran modernist duruşun uzağına düşmesini engellemedi bu özelliği (SB; 185).
Yapıt: Bkz. Şair.
Yapmak, Şiir Yapmak: Şiiri ya da sanatı yalnızca bir teknik işlem saymak (..) her zaman benimsenebilecek bir görüş değil. Titizliği uç noktaya vardırmış, bir şirin yapım evresi’ni uzun yıllara yayabilmiş Mallarme’nin, hem de yalnızca “zihinsel”in ürünü saydığı dev girişimi Bir Zar Atımı Hiçbir Zaman Rastlantıyı yok edemez adını taşır (SB; 34, 35). Bkz. Şairin Çalışması; Hilmi Yavuz.
Sanat yapıtı yapılır elbette. Ama yalnızca tekhne’nin basamakları tırmanılarak değil: İmgelem ve duyarlık merdiveni de birincil önem taşır (SB; 39). Bkz. Hilmi Yavuz; Hal.
Yaşadığını Yazmak: Yaşadığını yazmak –bunun bir adım ötesinde arıyorum çaparızı ben. Yaşananın, yaşanılanların tortu halinde, özümsenerek, dahası prizmadan geçerek şiire geçmesi kaçınılmaz bence. Sorun, özel’in geçiş biçiminde çıkar zaten: Denge ters kefeye doğru döndüğünde mektup ya da anı dozu ağır basar; denge, berideki kefeye doğru döndüğünde ise soyutlama dozu fazlalaşır, bu da şiiri hiç değilse yer yer, loşlaştırır (SD; 13). Bkz. Şairin Terazisi; Hal.
Büyük yaşamalara gereksinme duyulduğuna inanmıyorum, şiire gitmek için. Bütün bütüne yaşamasız iyi şairleri saymakla bitiremeyiz (SD; 28).
Yazar ve Yazan: Yazar tek, soyut bir kuruma bağlıdır: Yazın. Yazan ise somut bir kurumla varolur ve tanımlanır: Üniversite, Büro, Parti (SB; 134).
Yazmak: 1968’den bu yana şiir yazıyorum (SD; 24).
…
(*)-Smokinli Berduş’ta Şiir ve İdeoloji adlı denemede geçen bu ifade “karanlığı daha karanlıkla, bilinmeyeni hiç bilinmeyenle aramak” anlamına gelen ünlü bir simya ilkesi olarak belirtilmiştir.
(**)- Bu sözlükçe Enis Batur’un Seyrüsefer Defter (YKY, 1.Baskı, 1997)) ve Smokinli Berduş (Şiir Yazıları (1974-2000); YKY, 1. Baskı, 2001, İst.) adlı poetik metinlerinin derlendiği kitaplarından alıntılanarak hazırlanmıştır. Alıntı sonlarında parantez içindeki büyük harfli kısaltma, alıntı yapılan kitabı (kitabın baş harfleri alınmıştır), rakamlar ise sayfa numarasını belirtmektedir.