galiba şimdiki dünya düzeninde, 21. yüzyılda edilebilecek en mantıklı dualardan biri şudur bence: "allah’ım, son nefesimde yalnız olmamayı nasip et!" insanlar kokumla değil kıpırdamayan göğsümle anlasınlar öldüğümü. nolur.
Günay Güner’in şiiri özlüyorum dergisindeki yazısını iletiyorum.biliyor muydunuz BUYRUKÇU açlıktan öldü. yetişemedik… TUTKULARIN, BİLİNÇALTININ USTA YAZARI MUZAFFER BUYRUKÇU VE EDEBİYATÇILARIMIZ Muzaffer Buyrukçu’nun Yazarlığı üzerine Kısa Değini Günümüzün önemli yazarlarından olan Muzaffer Buyrukçu 1 Şubat 1930’da, Niğde’nin Fertek Köyü’nde doğdu. İstanbul Pertevniyal Lisesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakıp hayata atıldı. Uzun bir süre İstanbul’da Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memurluk etti (1951-1970). Konularını İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan dar gelirli ailelerin dertli, çekişmeli hayatlarından alan Buyrukçu bugüne kadar birçok hikaye, roman, anı ve günlük türünde yapıt yayımladı. Bu kitaplardan Bulanık Resimleri’yle Türk Dil Kurumu Hikaye ödülü’nü (1962), Kavga ile de Saih Faik Hikaye Armağanı’nı kazanmıştır (1968) Memuriyetin izlerini Buyrukçu’nun yapıtlarında yoğun olarak bulabiliyoruz. örneğin, Bulanık Resimler adlı öykü kitabında tüm olaylar memuriyet ortamında geçer. Bu koşullardaki insanların bir türlü ulaşamadıkları düşleri, acıları, korkuları, tutkuları, alışkanlıkları, öfkeleri, sevgileri, cinsellikleri, biliçaltlarında yaşadıkları çok içten, yalın ve etkili bir dille anlatılmıştır. öykülerin Dopdolu Sevinçlerle bölümünde Türkan şöyle düşünür: �??…Dişlilerin arasında ezildikleri makine gene aynı hızla dönecekti. Yığınla iş, yığınla öfke, yığınla kırgınlık. Saat tam dokuzda çalan ziller koridorlarda yankılanırken burda bulunmak zorundaydılar, geldiklerini göreve başladıklarını bildiren �??defter�??i imzalamak zorundaydılar, geç kaldıklarında cezacı müfettişlere bağışlamaları için yakarmak, �??bir daha geç kalmayacakları�?? güvencesini vermek zorundaydılar… Koltuklara, masalara, dolaplara, dosyalara, evraklara, telefonlara, buyruklara tutsaktılar… yasaklara uymak, korkuların iğneli fıçılarında erimek zorundaydılar. Hele �??para�??yla ilgili konuşmalar, hareketler, �??para�??nın beyinlerinde açtığı dolmak bilmeyen uçurumlar ilginçti. Aybaşlarında veznelerin önünde diziliyorlardı gereksinimlerinin yarısını bile karşılamayan maaşlarını, biraz rahatlatan ikramiyelerini almak için… alırken de giyim kuşam eksikliğinden, kira dertlerinden, yiyecek içecek sıkıntılarından, kurbandan kurbana et yüzü gören midelerinden, çoluk çocuklarının okul masraflarından, hastalıklarından söz ediyorlardı ve kimse sevinemiyordu, kimse memnun değildi ve hemen kapıda, mahallede bekleyen alacaklılara ödeyecekleri bedeli yazıp çizmeye, hesaplamaya koyuluyorlardı… Ama bu işyerinden de ayrılamıyorlardı dışarıda daha elverişli işleri bulamadıklarından. Tiksiniyordu bu koşullardan, bu ortamdan, bu �??tüketen, yozlaştıran, silikleştiren�?? bu oluşumdan.�?� Bu yaşamın insan duyarlığına ne kadar uzak olduğu Buyrukçu’nun kaleminde, az rastlanır güzellikte işlenir. Yazarın ölümü: Turnusol Kağıdı İş?te bu usta yazarımızı da, hiç beklenmedik bir biçimde yitirdik. O kadar yalnız bırakılmıştı ki, öldükten sonra bile günlerce evinde kaldı. İnsan düşündükçe kahroluyor, kendinden utanıyor… Söze gelince de, her yer edebiyatçı, gelişmiş insan, aydın kaynıyor. Muzaffer Buyrukçu’ya olan büyük yakınlığım ilkin o benzersiz yapıtlarıyla başladı. Zaten büyük yazarları sevmek bu yolla olur. Reklam panolarıyla olmaz. O kadar verimli bir yazardı ki, bir romanını okumamla, bir öyküsüne başlıyordum. Bu kadar akıcı, yalın, içten, inandırıcı bir dille çok az yazarda karşılaştım. Buyrukçu’nun son yılları çok çileli geçti. Bu gerçeği yazarken içim daralıyor. Bunalıyorum. Son zamanlarına, deyim yerindeyse, biraz da rastlantıyla girdim. Muzaffer Bey’in yaklaşık bir yıl önce çok ağır bir solunum yetmezliği sorunu baş göstermiş ve acil olarak, binbir güçlükle, kapı kapı dolaştırıldıktan sonra yatırıldığı hastanede komaya girmiş, birkaç günün ardından görece iyileşme sağlanmış, yaşam destek sistemine bağlı olarak yaşamı sürdürülmüştü. öyle anlaşılıyor ki, o riskli günlerde ilgi gösterme lütfunda bulunmuş dernekler, köşe yazarları, kısa süre sonra arayıp sormaya gerek duymamışlardı. Birkaç ay önceydi, aklıma düştü, Muzaffer Buyrukçu’nun durumu nasıl�?� diye. Yaşamakta olduğum Ankara’dan evini aradım. Muzaffer Bey, yatalaklığının yaşamını güçleştirdiğini, parasal olarak da, sağlık olarak da durumunun çok kötü olduğunu, en kısa sürede bir şeyler yapılmasını istedi. Sözleri bugün gibi aklımda: Beni yurtdışına mı yollayacaklar, Darülaceze’ye mi yatıracaklar, hemen yapsınlar." dedi. (Oktay Akbal’a da aynı isteğini ilettiği anlaşılıyor.) Durumu Buyrukçu’nun sözlerini de yineleyerek Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan’aa, yakını olduğunu bildiğim öykücü Ahmey Yıldız’a, köşesinde sıklıkls yer veren Cumhuriyet gazetesinden Hikmet Çetinkaya’ya; ulaşabildiğim yazın insanlarına bildirdim. Gökhan Cengizhan ve Ahmet Yıldız, ayrı ayrı, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) Başkanı Enver Ercan’a ulaşmalarına karşın, sonuç alamadılar. Ercan, Sebdika olarak, Buyrukçu’nun hastalığının ilk dönemlerinde, hastane günlerinde gereken yardımı yaptıklarını, (burada, her destek parasal olmak zorundaymış gibi, tutarını anımsayamadığım bir para ödendiğinden söz etmiş), artık olanakları olmadığını söylemiş. Hikmet Çetinkaya ise hiç yanıt vermedi. Bu arada Muzaffer Bey’le telefon görüşmelerim sürdü. Her defasında benden bir haber beklediğini söylüyordu, bunu anımsamak beni kedere boğuyor. Bir defasında, İstanbul Milletvekili Berhan Şimşek’in ilgilenerek, kendisinden, Kültür Bakanlığı’na tekerlekli sandalye isteğini de içeren bir dilekçe vermesini istediğini iletti. Bu süreçte öykücü Erdal Atıcı’nın, Berhan Şimşek’in ve yardımcısı Mustafa Büyük’ün önemli çabaları oldu. Bu gayret sırasında, söz konusu dikçeye Kültür Bakanlığı’nın ret yanıtı verdiğini Muzaffer Bey’den öğrendim. Bakanlığın kaynakları turizm adı altında tüm rantiyelere peşkeş çekilirken, ömrünü Türk kültürüne vermiş bir yazardan tekerlekli sandalye bile esirgeniyordu. İzleyen günlerde Avanos’ta konuğu olduğum şair Fuat Çiftçi’yle sabaha kadar, sorunu nasıl çözebileceğimizi konuştuk. Meğer aynı günlerde de olan olmuş, Buyrukçu’yu yitirmişiz. Bunları neden anlattığım bellidir. Destek olmanın para dışında da yolları olduğunu bilmeyenler, büyük yazarlık peşinde gezenler günümüzde Türk yazınını da temsil ediyorlar. Ancak yazarlarımızın ölümleriyle ilgili yaşanan gerçekler, söz konusu kesimin niteliğinin Türk yazınını temsile yetmeyeceğini de turnusol kağıdı örneği, açıkça ortaya koymuştur.
Bu milletin yazarlardan, yazarların da bu milletten çektiğini Allah bilir. Bolücülere yakın biri olsaydı nobele aday gösterilirdi Muzaffer Buyrukçu, değerlerine, kültürüne küfreden bir adam olsaydı , nobele ödülünü alırdı. Bu millet için bir ömrü ortaya koymanın en bilindik sonucudur bu durum.
galiba şimdiki dünya düzeninde, 21. yüzyılda edilebilecek en mantıklı dualardan biri şudur bence: "allah’ım, son nefesimde yalnız olmamayı nasip et!" insanlar kokumla değil kıpırdamayan göğsümle anlasınlar öldüğümü. nolur.
Günay Güner’in şiiri özlüyorum dergisindeki yazısını iletiyorum.biliyor muydunuz BUYRUKÇU açlıktan öldü. yetişemedik… TUTKULARIN, BİLİNÇALTININ USTA YAZARI MUZAFFER BUYRUKÇU VE EDEBİYATÇILARIMIZ Muzaffer Buyrukçu’nun Yazarlığı üzerine Kısa Değini Günümüzün önemli yazarlarından olan Muzaffer Buyrukçu 1 Şubat 1930’da, Niğde’nin Fertek Köyü’nde doğdu. İstanbul Pertevniyal Lisesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakıp hayata atıldı. Uzun bir süre İstanbul’da Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memurluk etti (1951-1970). Konularını İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan dar gelirli ailelerin dertli, çekişmeli hayatlarından alan Buyrukçu bugüne kadar birçok hikaye, roman, anı ve günlük türünde yapıt yayımladı. Bu kitaplardan Bulanık Resimleri’yle Türk Dil Kurumu Hikaye ödülü’nü (1962), Kavga ile de Saih Faik Hikaye Armağanı’nı kazanmıştır (1968) Memuriyetin izlerini Buyrukçu’nun yapıtlarında yoğun olarak bulabiliyoruz. örneğin, Bulanık Resimler adlı öykü kitabında tüm olaylar memuriyet ortamında geçer. Bu koşullardaki insanların bir türlü ulaşamadıkları düşleri, acıları, korkuları, tutkuları, alışkanlıkları, öfkeleri, sevgileri, cinsellikleri, biliçaltlarında yaşadıkları çok içten, yalın ve etkili bir dille anlatılmıştır. öykülerin Dopdolu Sevinçlerle bölümünde Türkan şöyle düşünür: �??…Dişlilerin arasında ezildikleri makine gene aynı hızla dönecekti. Yığınla iş, yığınla öfke, yığınla kırgınlık. Saat tam dokuzda çalan ziller koridorlarda yankılanırken burda bulunmak zorundaydılar, geldiklerini göreve başladıklarını bildiren �??defter�??i imzalamak zorundaydılar, geç kaldıklarında cezacı müfettişlere bağışlamaları için yakarmak, �??bir daha geç kalmayacakları�?? güvencesini vermek zorundaydılar… Koltuklara, masalara, dolaplara, dosyalara, evraklara, telefonlara, buyruklara tutsaktılar… yasaklara uymak, korkuların iğneli fıçılarında erimek zorundaydılar. Hele �??para�??yla ilgili konuşmalar, hareketler, �??para�??nın beyinlerinde açtığı dolmak bilmeyen uçurumlar ilginçti. Aybaşlarında veznelerin önünde diziliyorlardı gereksinimlerinin yarısını bile karşılamayan maaşlarını, biraz rahatlatan ikramiyelerini almak için… alırken de giyim kuşam eksikliğinden, kira dertlerinden, yiyecek içecek sıkıntılarından, kurbandan kurbana et yüzü gören midelerinden, çoluk çocuklarının okul masraflarından, hastalıklarından söz ediyorlardı ve kimse sevinemiyordu, kimse memnun değildi ve hemen kapıda, mahallede bekleyen alacaklılara ödeyecekleri bedeli yazıp çizmeye, hesaplamaya koyuluyorlardı… Ama bu işyerinden de ayrılamıyorlardı dışarıda daha elverişli işleri bulamadıklarından. Tiksiniyordu bu koşullardan, bu ortamdan, bu �??tüketen, yozlaştıran, silikleştiren�?? bu oluşumdan.�?� Bu yaşamın insan duyarlığına ne kadar uzak olduğu Buyrukçu’nun kaleminde, az rastlanır güzellikte işlenir. Yazarın ölümü: Turnusol Kağıdı İş?te bu usta yazarımızı da, hiç beklenmedik bir biçimde yitirdik. O kadar yalnız bırakılmıştı ki, öldükten sonra bile günlerce evinde kaldı. İnsan düşündükçe kahroluyor, kendinden utanıyor… Söze gelince de, her yer edebiyatçı, gelişmiş insan, aydın kaynıyor. Muzaffer Buyrukçu’ya olan büyük yakınlığım ilkin o benzersiz yapıtlarıyla başladı. Zaten büyük yazarları sevmek bu yolla olur. Reklam panolarıyla olmaz. O kadar verimli bir yazardı ki, bir romanını okumamla, bir öyküsüne başlıyordum. Bu kadar akıcı, yalın, içten, inandırıcı bir dille çok az yazarda karşılaştım. Buyrukçu’nun son yılları çok çileli geçti. Bu gerçeği yazarken içim daralıyor. Bunalıyorum. Son zamanlarına, deyim yerindeyse, biraz da rastlantıyla girdim. Muzaffer Bey’in yaklaşık bir yıl önce çok ağır bir solunum yetmezliği sorunu baş göstermiş ve acil olarak, binbir güçlükle, kapı kapı dolaştırıldıktan sonra yatırıldığı hastanede komaya girmiş, birkaç günün ardından görece iyileşme sağlanmış, yaşam destek sistemine bağlı olarak yaşamı sürdürülmüştü. öyle anlaşılıyor ki, o riskli günlerde ilgi gösterme lütfunda bulunmuş dernekler, köşe yazarları, kısa süre sonra arayıp sormaya gerek duymamışlardı. Birkaç ay önceydi, aklıma düştü, Muzaffer Buyrukçu’nun durumu nasıl�?� diye. Yaşamakta olduğum Ankara’dan evini aradım. Muzaffer Bey, yatalaklığının yaşamını güçleştirdiğini, parasal olarak da, sağlık olarak da durumunun çok kötü olduğunu, en kısa sürede bir şeyler yapılmasını istedi. Sözleri bugün gibi aklımda: Beni yurtdışına mı yollayacaklar, Darülaceze’ye mi yatıracaklar, hemen yapsınlar." dedi. (Oktay Akbal’a da aynı isteğini ilettiği anlaşılıyor.) Durumu Buyrukçu’nun sözlerini de yineleyerek Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan’aa, yakını olduğunu bildiğim öykücü Ahmey Yıldız’a, köşesinde sıklıkls yer veren Cumhuriyet gazetesinden Hikmet Çetinkaya’ya; ulaşabildiğim yazın insanlarına bildirdim. Gökhan Cengizhan ve Ahmet Yıldız, ayrı ayrı, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) Başkanı Enver Ercan’a ulaşmalarına karşın, sonuç alamadılar. Ercan, Sebdika olarak, Buyrukçu’nun hastalığının ilk dönemlerinde, hastane günlerinde gereken yardımı yaptıklarını, (burada, her destek parasal olmak zorundaymış gibi, tutarını anımsayamadığım bir para ödendiğinden söz etmiş), artık olanakları olmadığını söylemiş. Hikmet Çetinkaya ise hiç yanıt vermedi. Bu arada Muzaffer Bey’le telefon görüşmelerim sürdü. Her defasında benden bir haber beklediğini söylüyordu, bunu anımsamak beni kedere boğuyor. Bir defasında, İstanbul Milletvekili Berhan Şimşek’in ilgilenerek, kendisinden, Kültür Bakanlığı’na tekerlekli sandalye isteğini de içeren bir dilekçe vermesini istediğini iletti. Bu süreçte öykücü Erdal Atıcı’nın, Berhan Şimşek’in ve yardımcısı Mustafa Büyük’ün önemli çabaları oldu. Bu gayret sırasında, söz konusu dikçeye Kültür Bakanlığı’nın ret yanıtı verdiğini Muzaffer Bey’den öğrendim. Bakanlığın kaynakları turizm adı altında tüm rantiyelere peşkeş çekilirken, ömrünü Türk kültürüne vermiş bir yazardan tekerlekli sandalye bile esirgeniyordu. İzleyen günlerde Avanos’ta konuğu olduğum şair Fuat Çiftçi’yle sabaha kadar, sorunu nasıl çözebileceğimizi konuştuk. Meğer aynı günlerde de olan olmuş, Buyrukçu’yu yitirmişiz. Bunları neden anlattığım bellidir. Destek olmanın para dışında da yolları olduğunu bilmeyenler, büyük yazarlık peşinde gezenler günümüzde Türk yazınını da temsil ediyorlar. Ancak yazarlarımızın ölümleriyle ilgili yaşanan gerçekler, söz konusu kesimin niteliğinin Türk yazınını temsile yetmeyeceğini de turnusol kağıdı örneği, açıkça ortaya koymuştur.
Bu milletin yazarlardan, yazarların da bu milletten çektiğini Allah bilir. Bolücülere yakın biri olsaydı nobele aday gösterilirdi Muzaffer Buyrukçu, değerlerine, kültürüne küfreden bir adam olsaydı , nobele ödülünü alırdı. Bu millet için bir ömrü ortaya koymanın en bilindik sonucudur bu durum.
Allah kimseyi yalnız bırakmasın. Yalnız ölüme göndermesin. Son zamanlarda bu tarz haberler sıkça duyulur oldu. Vefasızlık ve saygısızlık diz boyu.